Kaygıyla Umudun Arasında: Türkiye’nin Geleceği Değerlendirmesi
Dünyada sadece birkaç ulusa nasip olan “imparatorluk geni” biz Türklere nasip olmuş ve Türkler tarihte sayısız imparatorluk kurmuşlardır. Dünya tarihinden Türkleri çıkardığınız zaman aslında tarih sahnesinde geriye pek fazla bir şey kalmayacaktır. Tarih sahnesinde önemli görevler üstlenen, çağ kapatıp, çağ açan Türkler uygun zaman ve zemini bulduğunda yeniden dünyaya yön veren güçler arasına girebilecek ekonomik, kültürel ve tarihsel potansiyele sahiptir. Ayrıca yerleştiği ve etkilediği misyon coğrafyasına bakıldığında da bunun açıkça görülebileceği anlaşılmaktadır. Peki, bu sadece bizim görebildiğimiz bir gerçek midir? Elbette hayır. Batıda, özellikle de küresel gelişmelere yön veren, geleceğin dünyasını kendi çıkarları çerçevesinde planlamaya çalışan güçler elbette ki, Türklerin bu potansiyelinin farkındadır. Bu sebepledir ki, yaklaşık 100 yıl önce Sevr Anlaşması bize dayatılmaya çalışılmıştır. Elbette ki, bu sebeple yaklaşık 100 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış ve yanı başımızda cetvelle haritalar çizilmiştir. Bugün Türkiye’nin yaşadığı en önemli dış politika ve güvenlik sorunları olan Ege, Kıbrıs, Terör Sorunu, Ermeni Sorunu ve Enerji gibi başlıklar temeli yaklaşık 100 yıl önce atılan, dosyası yaklaşık 100 yıl önce açılan ve neticelendirilmeyen konulardır.
Aslında karşımıza Türkiye’nin olduğu bölge ve dünya haritası koyduğumuzda bu haritanın bize birçok şeyi anlattığını görebileceğiz. Türkiye bu coğrafyada derin kökleri olan çınar ağacı gibi yükselmektedir. Türkiye’nin bir çınar olduğunu düşündüğünüz zaman kökünün İslam coğrafyasında ve Türk dünyasında olduğu görülecektir. Türkiye bir ayağını Türk Dünyasına, diğer ayağını da Arap coğrafyası ve İslam dünyasına dayadığı zaman her an şaha kalkacak bir yeleli at gibi görüntü vermektedir. Peki, Türkiye’nin önünü kesmek için ne yapmalı? Bu soru uzun yıllardır batılı düşünce kuruluşlarında, küresel güçlerin gizli dehlizlerinde görüşülen, üzerinde çalışılan bir konudur.
Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde uğradığı işgal coğrafyasına bakıldığı zaman görülen şudur ki, ilk hedef Türkiye’nin Türk dünyası ve İslam coğrafyası ile bağının kesilmesidir. Bunun için devreye sokulan Sevr Anlaşması ile sonuç alınamayınca Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği milletler politikasını devreye sokmuş ve Türkiye ile Türk dünyasının karasal bağı doğrudan kesilmiştir.
Bu coğrafyaya bakıldığında görülecektir ki, Türkiye’nin Türk dünyası ile arasında Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir Ermenistan devleti kurulmuştur. Diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ile İslam coğrafyası arasında İsrail devleti kurdurulmuştur. Ermenistan ile Türkiye’nin Türk dünyası ile bağı kesilmeye çalışılmış ancak fiili karasal sınır devam ettiği için ikinci bir müdahale daha gelmiş ve Azerbaycan ile Azerbaycan’ın bir parçası olan Nahçıvan ile arasında bulunan Zengezur bölgesi Azerbaycan’dan alınıp, oradaki Müslüman Türk nüfus temizlenip Ermenistan’a dahil edilmiştir. Yine, Gürcistan ile sınırımızda bulunan Ahıska Türkleri tarihi vatanlarından zorla sökülerek sürgün edilmiş ve yerine Ermeniler yerleştirilmiştir.
Türkiye’nin Türk dünyası ve İslam Coğrafyası ile arasına iki yönlü yapılan bu müdahalelere rağmen karasal sınırını devam ettiriyor olması küresel güçleri rahatsız etmeye ve yeni tedbirlere el atma çalışmalarını sürdürmeye yöneltmektedir. Zira, Türkiye’nin Türk dünyasıyla karasal bağını oluşturabileceği bir tek hat daha bulunmaktadır. Bu hat Iğdır üzerinden Güney Azerbaycan’a ve Türk dünyasına uzanan hattır.
Ermenistan ile İsrail arasında yer alan bu coğrafya da bir ulus inşaası çalışmaları özellikle İkinci Dünya Savaşı sonra sınırlansa da hiçbir zaman durmamıştır. Sadece ve sadece uygun zaman ve zemin beklenmiştir. Özellikle Avrupa ilkelerinde başlayan ASALA Terörü ve sonrasında PKK’nın kurdurulması ve etkin hale getirilmesini bu çerçeve içerisinde düşünmek gerekir. Onun içindir ki, 2009 seçimlerinde Iğdır Belediyesi’ni DTP’li aday kazandığında Türk kamuoyunda “Ermenistan sınırına dayandılar” sözü yankılanmıştır. Diğer yandan da PKK’nın elebaşısı Abdullah Öcalan’ın bir beyanatının altını çizmek gerekmektedir. Bebek Katili Öcalan bu beyanatında özellikle Iğdır ve Mersin’in üzerinde durmuştur. Sonra yine benzer bir açıklamasında BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Iğdır ve Hatay olarak Türkiye’den koparılmak istenen hattı ifade etmiştir.
Bu hat ile beraber Bakü – Tiflis – Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’nın, Türkiye’nin kuzeyinden gelip ve güneyine doğru inen hattın geçtiği coğrafyaya baktığınızda başka bir siyasi “tesadüfü” görürsünüz. PKK’nın istediğini coğrafyayı gözünüzün önüne getirdiğinizde görülecektir ki, Bakü – Tiflis – Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı PKK’nın istediği coğrafyanın sınırlarına paralel ilerleyen bir hat olduğunu görürsünüz.
Diğer taraftan maalesef ki, Türkiye’de bir takım siyasi çevreler bilerek ve/veya bilmeyerek siyaset uğruna insanların bilinçaltına yönelik bir bazı mesajlara özellikle de vurgu yapmaktadırlar. “Gavur Dağı’nın ötesi, berisi; Sivas’ın ötesi berisi sözleri” ile PKK’nın talep ettiği coğrafya ve Bakü – Tiflis – Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı arasında inanılmaz bir “tesadüfün” olduğu görülmektedir.
Türkiye, bu söylemlerle zihinlerde bölünmektedir. Boru hatlarıyla zaten altyapı hazır bulunmaktadır. TBMM’de bizim bütün muhalefetimize rağmen kabul edilen Büyükşehir Yasası ile yerel yönetimler üzerinden yapılan değişiklikler altyapıyı hazırlamış ve 30 Mart Yerel Seçimleri ile bölünmenin kısmen tamamlanmaya çalışılacağı görülmektedir.
Bununla yapılmak istenen Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ı içerisine alan bölgede dört ülkeden de toprak parçası alarak birleşik bir Kürt devletini kurmaktır. İşte bu dört ülkeyi bölüp “Kürdistan’ı” kurdukları zaman, Türkiye’nin önünde Çin Seddi gibi bir duvar örülecektir. Gürcistan, Ermenistan, Kürdistan ve İsrail ile Türkiye ile Türk dünyası ve İslam coğrafyası arasında bir duvar örülerek Türkiye’nin köklerinden koparılması projesi tamamlanmış olacaktır.
Ermenistan sınırından Akdeniz’e kadar bir “Kürdistan” kurulduğu zaman Türkiye’nin Türk dünyası ve İslam dünyasıyla tamamen kesilecektir. Bu vesileyle, İsrail’in güvenliği tamamıyla sağlanmış olacaktır. Çünkü Türkiye, İran, Irak ve Suriye bundan sonra 100 yıl uğraşacakları bir sorunu kucaklarında bulmuş olacaklardır. Böyle bir sorundan İsrail’e sıra gelene kadar 100 sene geçecektir. Böyle olunca, Ruslar rahatlayacaktır. Nasıl? Sizin Türk dünyası ile bağınız koptuğu zaman o bölge Rusya’ya yeniden mecbur kalacaktır. Tabii, Rusların hesaplamadığı başka bir şey vardı; o da Çin’dir. Çin hesapta olmayan bir hızla büyümeye başlamıştır. Bugün Rusya için bir numaralı tehdit Çin’dir. Önümüzdeki süreçte bir yandan Türkiye’nin Türk dünyası ile karasal bağı koparılması çalışması yapılacak, diğer yandan da yükselen Çin’in ekonomik ve siyasal olarak Türk dünyasının kontrolünü ele geçirmesi çalışması yapılabilir. Bütün bunlar ise bölgede bütün dengeleri değiştirebilir. Bugün rakip gözüken, bölgede çıkar çatışması yaşayan Türkiye, Rusya ve ABD’nin Çin’e karşı bir ittifakının dahi gündeme gelmesi beklenebilir.
Orta Doğu bölgesinde İsrail’in güvenliğini sağlayacak olan Genişletilmiş Büyük Orta Doğu ve Güney Afrika Projesi kısmen hayata geçirilse de bu konudaki çabaların devam edeceği anlaşılmaktadır.
Suriye konusu başta olmak üzere bölgede ABD ve İsrail çıkarlarına aykırı hareket eden İran’ın orta ve uzun vadede bahsi geçen ülkeler ile ilişkilerinin düzelmesi beklenebilir. Aksi durum İran’ın içerisinden sadece bir Kürt devletçiğinin çıkarılması ile kifayetlenmez hem de Güney Azerbaycan meselesi daha güncel tartışma konusu haline gelebilir.
Türkiye’nin AB ile müzakere sürecinde Başbakan Erdoğan’ın tabiri ile ifade edilecek olunursa “Gavur Dağının Ötesi”nden edilecek olan Türkiye’nin AB içerisinde yerinin de hazır olduğu söylenebilir. Ancak bu merdivenin son basamaklarıdır. Bunun öncesinde Ege ve Kıbrıs sorunlarının Batı’nın kabul edebileceği bir formül ile çözüleceği, Ermenistan ile İsrail arasında bir Kürdistan kurulması çabalarının da varlığını görmek gerekir.
“Yeni Osmanlıcılık”ın Eskimesi
Özellikle, bu sürecin başında Orta Doğu’da Türkiye’ye bir sempati olduğu, oluşturulduğu muhakkaktır. Türk dizileri ile başlayan süreç, one minute tiyatrosu v.s. gelişmeler bölgede Türkiye’ye olan ilgiyi zirveye çıkarmıştır. Ancak Türkiye’nin “Orta Doğu Açılımı” süresince, burada yaratmak istediği nüfuz maalesef, bölgede Türk dizilerine duyulan hayranlıktan öteye geçememiştir. Dolayısıyla “Yeni Osmanlıcılık” politikasın altında bölgeye yönelik izlenen politikalar, Türkiye’nin özgün dış politika anlayışından ziyade küresel güçlerin bölgeye yönelik geliştirdiği politikalarına eklemlenme şeklinde olmuştur. Türkiye, başrolünü oynayamadığı bir projenin maalesef, yardımcı oyuncusu pozisyonuna düşmüştür.
Türkiye’nin süreçte özgün bir dış politika izleyememesi ve dış politika dinamiklerini birkaç kişinin hayali içerisine hapsetmesi sonucunda bugün Türkiye Ortadoğu da en istenmeyen ülkelerin başında gelmektedir.
Turuncu Ampul Devriminin Sonuna Doğru…
İlk olarak belirtmek gerekmektedir ki, önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin dış politika gündeminde eskisi gibi birinci sırada yer almayacağı kuvvetle muhtemeldir. Orta Doğu’daki “bahar rüzgarları” Suriye’de dinmiş; ülkenin iç politik dengeleri değişse de Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın arkasında İran’ın ciddi desteği olması nedeniyle Esad rejimi yıkılmamış ve giderek uzayan süreç sonunda ibre giderek Esad’ın lehine dönmeye başlamıştır. Rejim değişikliklerinin yaşandığı Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerde hala çatışmalar devam etmekte ve bu ülkeler kısa vadede istikrarlı bir yapıya kavuşacağa benzememektedir. Bilindiği gibi, bu ülkelerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kopyaları kurulmuş ve gittikçe güç kazanan “radikal İslam” tehlikesine karşı “Ilımlı İslam” bu partiler üzerinde yükseltilmeye çalışılmıştır. 2007 yılında TÜRKSAM – Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi’nde kaleme aldığım “Turuncu Ampul Devrimi Artık Orta Doğu’ya İhraç Edilebilir” başlıklı analizimde 22 Temmuz seçimlerinden sonra “Ilımlı İslam’ı bir model olarak Türkiye’de deneyip ardından Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde İslam ülkelerinde sunmak isteyen ABD ve AB’nin desteğindeki büyük sermaye gurupları ve medyanın kol kola gerçekleştirdiği bir “Yeşil Devrim” süreci yaşanmıştır. Bu devrim ne eski SSCB ülkelerinde olduğu gibi sokaklara hakim olunarak ve ne de Türkiye’nin zamanında yeterince tecrübe ettiği askeri güçlerle yapılmıştır. Bu devrim Türkiye’de demokrasi içerisinde, demokrasinin bütün gediklerinden faydalanılarak gerçekleştirilen bir seçim ile hayata geçirilmiştir. Türkiye’de Turuncu Ampul Devrimi yapılmıştır. Bununla da Turuncu Devrimler kuşağında yepyeni bir sayfa açılmış ve önemli bir tecrübe ortaya çıkarılmıştır. Daha önce geniş halk hareketleriyle yapılan devrimlerin bundan sonra özellikle de Ortadoğu coğrafyasında Türkiye modeli ile hayata geçirilmesi beklenmelidir.” ifadelerini kullanmıştım. Bu ifadelerin şu anda gerçekleştiğini ve doğrulandığını görmekteyiz.
Bölgedeki şiddet sarmalından dolayı oluşan otorite boşlukları, siyasi erki de tehdit eder hale gelmiştir. Türkiye ise bölgedeki değişimlerde ön planda olmak isteyerek yeni yönetimler üzerinde söz sahibi olmayı denemiştir, ne var ki Batı’nın İran ile özellikle Ruhani yönetimi sonrası yakınlaşması ve öte yandan Arap Baharı’nda Türkiye’nin modellik misyonunu tamamlaması Türkiye’nin Orta Doğu’da ağırlığını hafifletecek gelişmelerdir. Özellikle 17 Aralık Operasyonu sonrasındaki komplo tartışmaları Amerika Birleşik Devletleri ile gerginliklere de neden olmuştur. ABD ile ilişkilerin eskisi gibi iyi olmamasının temelinde ise bölgeye olan model ihtiyacının azalması yatmaktadır. Dolayısıyla ilerleyen dönemde ABD ile ilişkiler “model ortaklık”tan başka bir konsept altında devam edecektir. Buradaki en önemli etkenlerin başında ise Başbakan Erdoğan’ın “istikrarlı” lider özelliğini yitirmesi ve yeterince “öngörülebilir” olmaması gelmektedir. Bu özellik bazı çevrelerce müspet şekilde algılansa da Batılı dinamiklerce “güvenilir ortak” sınıfı dışarısında görülmektedir.
“Büyük Türkiye” İnşası Fikrinden “Küçük Türkiye’ye”
2013 sonundan itibaren Avrupa Birliği ile tekrar bir yakınlaşma süreci içerisine girildiği gözlenmektedir. Ne var ki, Türkiye ile AB arasında uzun süredir giderilemeyen birçok problem devam etmektedir. Önümüzdeki süreç içerisinde Türkiye’nin büyük nüfusu ve Müslüman olması gibi özellikleri en fazla öne sürülen konular olmakla beraber ifade özgürlüğü konusu iki taraf arasında sık sık gündeme gelen anlaşmazlık konularından birisi olmuştur. Türkiye, üye olduğu takdirde 76,5 milyonluk nüfusuyla Almanya’dan sonra en büyük söz sahibi olan ülkelerden biri olacaktır. AB içerisindeki birçok kesim de AB’nin ikinci ülkesinin Müslüman bir ülke olmasını istememektedir. AB ile Türkiye ilişkilerinin geleceğini anlamak açısından Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerine ve komşularındaki politik duruma da dikkatlice bakılmalıdır. ABD’nin Irak işgali sonrasında ülkenin kuzeyindeki yapılanma güçlenmiş ve gelinen süreçte bağımsızlık provaları yapar hale gelmiştir. Diğer yandan, Suriye’deki iç savaş nedeniyle Suriye’nin kuzeyinde büyük politik çalkantılar yaşanmış ve burada da PYD yapılanması karlı çıkmıştır. Bu gelişmeler dört ayaklı KCK fikri ile birlikte değerlendirildiğinde PJAK üzerinde İran’da da benzer bir yapı oluşturarak, 4. ayağın da PKK’nın etkinliğini artırdığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulması planlanmaktadır. Bu bölgenin özerklik kazanması Türkiye’de PKK ile arasına mesafe koymayan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) tarafından da açıkça ifade edilmeye başlanmıştır. BDP Diyarbakır Belediye Başkan Adayı Gültan Kışanak, 30 Mart seçimlerinin özerklik için son derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Kışanak, seçimlerden sonra özerklik vurgusunu propaganda sürecinde birçok kez dile getirmektedir. İç politikada demokratikleşme paketleriyle milli değerlerin aşındırılma süreci, dış politikada maalesef milli çıkarlara ve ulusal güvenliğe zarar getirecek hamlelerle bir araya gelmiş ve iktidar partisinin “Büyük Türkiye” inşası fikrinden “küçük Türkiye”nin ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Daha küçük bir Türkiye ise AB tarafından daha tercih edilebilir bir seçenek olduğu altı çizerek vurgulanmalıdır.
AB’nin Mülteci Yükünü Türkiye Alacak
Öte yandan, Türkiye ile AB arasında imzalanan Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması, gelecekte Türkiye’nin başını ağrıtacak problemleri içerisinde barındırmaktadır. Metnin “vize serbestisi” tarafına yoğunlaşılmış ve kesin bir sonuç olmamasına rağmen “AB’nin kapıları Türklere açılıyor” denerek büyük bir propaganda malzemesi yapılmış ama “geri kabul” kısmı üzerinde yeterince durulmamıştır. Bilindiği gibi, AB içerisinde mülteciler, hem AB’nin genel bir sorunu olmuş hem de ülkelerin içyapısını etkileyen bir istikrarsızlık kaynağı olarak görülmektedir. Antlaşmaya göre, AB’ye Türkiye üzerinden giren mülteciler, Türkiye’ye geri iade edilecektir, Türkiye’nin ise sadece Yunanistan, Suriye, Kırgızistan, Romanya, Ukrayna, Pakistan ve Rusya ile ikili Geri Kabul Anlaşmaları bulunmaktadır. Dolayısıyla AB’ye yasa dışı göç yolu üzerinde bir transit ülke konumunda bulunan Türkiye’ye bu ülkeler dışarısından giren mülteciler de iade edilecek; ama Türkiye, bu insanları ülkelerine iade edemeyecek ve Türkiye adeta bir “mülteci deposu” haline gelecektir. Bu da zaten Suriyeli mültecilere büyük maddi imkanlar ayıran Türkiye’de mültecilerle ilgili problemlerin derinleşmesine zemin hazırlayacaktır.
Teslimiyet mi? Çözüm mü? : “Ermenistan – Kıbrıs”
2015 süreci öncesinde Türk dış politikasında asılsız Ermeni iddialarına ilişkin bir ön alma çabası görülmekte ve Ermenistan ile ikinci yakınlaşma dönemine şahitlik edilmektedir. İlk olarak, yaklaşık 99 yıldır dünya çapında sözde soykırım propagandası yürüten ve milli birlik söylemini oluşturmada bundan yararlanan Ermeni diasporasının bu iddialarından vazgeçmesi mümkün gözükmemektedir. Bu duruma çözüm olarak, Ermeni savlarının gerçek dışı olduğu ispatlanmalı ve bunun için de Türk dünyasının diasporası toptan güçlendirilmeli ve işbirliği haline sokulmalıdır.
Türkiye’nin yeniden Batı’ya yönelmesi beraberinde, Avrupa Birliği ile ilişkilerde sorunlu bir alan olan Kıbrıs ile ilgili gelişmelerin de tekrar gözden geçirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Devam eden müzakere süreci, federatif bir yapı üzerinden ilerlemekte ve Türkiye’nin çok da lehine olmayan bir duruma arz etmektedir. Adil bir süreç için, Türk tarafı Kıbrıs’ı AB ile ilişkilerde bir yük olarak algılamamalı, Rum tarafı ise bu süreci 1974’teki barış harekâtının bir intikamı olarak değerlendirmemelidir.
Türkiye geçtiğimiz yıllarda ayrıca, Şangay İşbirliği Örgütü’nü AB’yi alternatifi olarak gören açıklamalar yapmış; ama uzun vadede bu çerçevede somut ve doyurucu adımlar atılmamıştır. Türkiye, 1997 yılında Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet BAHÇELİ tarafından belirlenen ve Türk Cumhuriyetleriyle oluşturulacak ekonomik, siyasi ve askerî organizasyonların başat rol oynadığı “2023 – Lider Ülke Türkiye” vizyonu, Türk dış politikası için önemli bir kaynak niteliğindedir. Nitekim, Türk cumhuriyetlerine bakıldığında, gelişen ekonomik yapısı, zengin yer altı kaynakları ve TANAP, İpek Yolu gibi projelerle dünya jeo-politiğinde gün geçtikçe güç kazanan bir coğrafya görülmektedir. Gelecek dönemlerde Türk cumhuriyetlerinin gelişimi devam edecek ve dünyanın gözde bir coğrafyası haline gelecektir. Türkiye’nin üye olduğu TÜRKPA, Türk Konseyi gibi yapılanmalarda daha aktif bir pozisyon almalıdır ve kurumları da daha verimli hale getirmenin yollarını aramalıdır.
Değerlendirme
Son dönemde Türkiye’nin geleceğine ilişkin kaygılar artmıştır. Özellikle, Türkiye’nin bölünmesiyle alakalı senaryolar apaçık dillendirilmekte ve Türkiye’nin belirli bir bölgesi koparılmak istenmektedir. Dış politikada izlenen program da Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit içeren birçok maddenin gerçekleştirilmesine olanak veren özellikleri bünyesinde barındırmaktadır. Böyle bir ortamda önümüzdeki 30 Mart seçimleri Türkiye’nin geleceği açısından büyük bir öneme haizdir. Yerel yönetimlere verilen yetkilerin genişletilmesi de göz önüne alındığında özellikle Türkiye’nin bütünlüğü açısından 30 Mart seçimlerinin Türkiye’nin geleceği üzerinde arz ettiği kritik önem daha da net şekilde anlaşılacaktır. Türk milletini tarih boyunca zor durumlar altında kalmadığını gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla ilerleyen süreçte, Türk milleti tercihini milli olanın yanında olarak kullanacak ve hem iç hem de dış politikada umutlu bir geleceğin temellerini atacaktır.
Yukarıda yapılan coğrafya okuması ile Türkiye’nin gelecek on yıllarda sokulmak istendiği kalıp, biçilmek istendiği elbisenin Türk milleti tarafından kabul edilmeyeceğini ifade etmek mümkündür. Türk milletinin yukarıda yapılan coğrafya okumasına rıza göstermesi içerisinde “imparatorluk geni” taşıyan bu milleti süreç içerisinde tarih sahnesinden de kaldıracaktır. Bu sebeple Türk milleti tarihte olduğu gibi bugün de içerisinde bulunduğu zor şartlardan bir çıkış yolu bulacaktır. Doğru reçete ve ehil ellerde Türk milletinin sağlayacağı bu çıkışın aynı zamanda kalıpları yıkacak bir güç artışını da beraberinde getireceğini ve Türkiye’nin sahip olduğu tarihsel, kültürel ve ekonomik gücü ile insan kalitesini birleştirerek yeniden büyük bir bölgesel güce dönüşeceğini öngörmek mümkündür.
(Bu yazı, ilk olarak Yeni Türkiye Dergisi'nin Ocak – Şubat 2014 tarihli Yeni Türkiye Özel Sayısında yayınlanmıştır.)