Kurumumuz Bünyesinde Stajyer Alınacaktır.

13 Şubat 2023

Staj Başvurusu
Kurumumuz Bünyesinde Grafik Tasarım Uzmanı Alınacaktır!

13 Mart 2023

İş Başvurusu
DUYURULAR
Turuncu Devrimler Kitabı: Birinci Bölüm

2006 yılında yayınladığımız Turuncu Devrimler kitabının ilk baskısı kısa sürede tükenmiş, yayınevi kapanması sebebiyle de yeni baskıları yapılamamıştır. Son günlerde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimler sebebiyle bu konu Türkiye’de gündemin en önemli maddesi haline gelmiştir. Bu konu tartışılırken ilk Tunus’ta başlayan devrimler sürecinde bu konu Türkiye’deki bir kısım medya temsilcisi ve uzmanları tarafından tam olarak algılanamamıştır. Hatta bazı köşe yazarları Türkiye’de bu konuda şimdiye kadar hiçbir araştırma yapılmadığını dahi ileri sürmüşlerdir. Oysa daha Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu kitabın yayınlandığı 2006 yılı Temmuz ayına kadar dünyadaki bütün halk hareketlerini incelemiş ve bunu da Turuncu Devrimler isimli kitap ile yayınlamıştık. Ama anlaşılan o ki, medyadaki birçok uzmanımız bu kitaba ulaşamamıştır. Bu tarihten sonra da çalışmalarımızı sonlandırmamış dünyada yaşanan kalk hareketlerini incelemeye devam ettik. Bu sebeple de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimler ve sonrasında yaşananlar bizim için sürpriz sayılmamıştır. Bu gün Türkiye’de yaşanan tartışmalardan bazılarına da daha o tarihte açıklık getirilmiştir. Örneğin bugün yaşananlar devrimidir, değimlidir? Gençlik örgütlerinin devrimlerdeki rolü nedir? Bu devrimler iç dinamiklerle mi, yoksa ABD gibi küresel güçlerin etkisi ile mi yapılmaktadır gibi konular o tarihte incelenmiştir. Yine o tarihte bu devrimler incelenirken Türkiye’nin rolü ve Ortadoğu’ya kaydırılması ve domino etkisi de incelenmiştir. Kitabın yeni baskısının yapılmaması sebebiyle 2006 yılında yayınlanan Turuncu Devrimler kitabımızın ilk bölümü burada biraz kısaltılarak yayınlanmaktadır. Kitabın Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki devrimleri ve isyanları da içeren yeni baskısı çok yakında raflarda yerini alacaktır.

Aşağıda Sinan OĞAN tarafından 2006 yılında yazılan TURUNCU DEVRİMLER kitabının birinci bölümü kısaltılarak verilmiştir. Kitabın yeni baskısı Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da kapsayacak şekilde yakında çıkacaktır.

BİRİNCİ BÖLÜM: Yeni Dünya Düzeni ve Sivil Devrimler

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla iki kutuplu dünyanın tek bir süper gücün mutlak hâkimiyetine girmesi ve bu süper gücün terör saldırıları karşısında savunma reflekslerinin harekete geçmesiyle demokratikleşmenin dördüncü dalgasını başlatması Francis Fukuyama’nın[1] iddia ettiği gibi tarihin sonunun gelmediği, bilakis tarihin çok daha önemli bir aşamaya kadem bastığını göstermektedir.

Tarihin bu yeni aşaması dünyanın tek süper gücü ABD’nin Afganistan’a askerî operasyonuyla başlamıştır. 11 Eylül terör saldırıları sonrasında küresel düzeyde yaşanan gelişmeler ve Afganistan’a yapılan askerî müdahale “uluslararası terörizmle mücadele” boyutlarını aşarak, bir uluslararası yeniden yapılanma sürecine dönüşmüştür.[2] (ADP) olmuştur. Zira, bu tarihten sonra Pentagon tarafından çok daha önceden hazırlan ancak, hayata geçirilmek için uygun zaman ve zeminin beklendiği düşünülen “Demokrasi İhracı Projesi” (Project Democrasy) hayata geçirilmeye başlanmıştır.[3] Daha doksanlı yılların başlarında akademisyenler tarafından tartışılmaya başlanan “Genişletilmiş” Büyük Ortadoğu Projesi (Greater Middle East Project) BOP, 11 Eylül’ün yarattığı ortam sayesinde uygulama alanı bulabilmiştir. BOP çerçevesinde harekete geçirilen bir başka proje de Avrasya’nın Dönüşümü Projesi [4] Bu proje aslında bu kitabın ana temasını ve ABD’nin ise Avrasya politikasının belkemiğini oluşturmaktadır.

Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi ve Avrasya’nın Dönüşümü Projesi ile ABD bölgeye yönelik beş temel stratejik hedef gütmektedir: Bu hedefler;

1) Enerji kaynakları üzerinde güvenlik denetimi ve kesintisiz erişimin sağlanması,

2) Bölgenin ABD denetiminde demokratik dönüşümünün sağlanması,

3) Çin ve Rusya’nın baskı altına alınması ve kontrolü,

4) Bölgede ABD’nin dünya hâkimiyetini sağlamaya yönelik yeni ve kalıcı askerî üslerin temin edilmesi,

5) Bölgedeki radikal dinî unsuların kontrollü bir şekilde eritilmesi ve İsrail’in bölgesel güvenliğinin sağlanması olarak sıralanabilir.

Uluslararası ilişkiler literatüründe son dönemde “Hard Power (Sert Güç)” ve “Soft Power (Yumuşak Güç)” kavramlarının farklı şekillerde yeniden kullanıldığına şahit olunmaktadır. Bu yeni yaklaşım ile ABD bu güç unsurlarını kullanarak “küresel askerî hegemonya” ve “küresel sivil denetimi” sağlamaya çalışmaktadır.

“Soft Power” kavramı, ilk defa Joseph S. Nye tarafından 1990 yılında yayınlanan “Liderliğe Mecbur: Amerikan Gücünün Değişen Doğası” (Bound to Lead: The Changing Nature of American Power) adlı kitapta ortaya atılmıştır. Nye bu kitapta “Soft Power” kavramını şu şekilde açıklamıştır: “Başkalarına cazip gelerek ve onları ikna ederek hedeflerinizi benimsemelerini sağlayarak istediğinizi elde etme hüneridir… Yumuşak güç, zorlama ve baskı değil işbirliği ve iknadır. Özü bir takım değerlerde bulunur. Mesela demokrasi ve insan hakları, bir ülkenin kültürünün, politik ideallerinin politikalarının cazibesiyle oluşur… Yumuşak güç kimin kazandığına değil kimin hikayesinin kazandığına ilişkindir.. Enformasyon çağında siyaset, sonunda kimin öyküsünün galip geleceği meselesidir.” Nye’ye göre “Hard Power” ise: “Başkalarının sizin isteklerinize uymasını sağlayacak biçimde, askerî ve ekonomik imkânın ya da bir başka değişle ‘havuç ve sopa’ politikasını kullanma kabiliyetidir.” [5]

“Soft Power”ın son dönemde en başarılı uygulayıcısı ünlü finans spekülatörü George Soros’tur.[6] Soros, Bush’un 11 Eylül olaylarını kullanarak dünyayı terörize etmeye çalıştığını ve böylelikle asıl amacı demokratik ve liberal değerleri yaymak olan ABD’nin bu rolünü baltaladığını iddia etmektedir.[7] Zira, Soros yıllardır kurduğu Sivil toplum Kuruluşları (STK) ağı vasıtasıyla Amerika’nın kendisi ile dost, “demokratik” rejimler kurma misyonunu üstlenmişken ve Amerikan projelerini usulca hayata geçirirken Bush birdenbire bütün planı ortaya çıkaracak aşırı güç kullanımıyla zedeleyecek bir siyaset izlemeye başlamıştır. Soros’un rahatsızlık duyduğu temel konu da budur. Soros, Bush’un ve yeni muhafazakarların (neo-conservatives) dünyayı giderek artan bir şiddete maruz bıraktığını söylemektedir.

Dick Cheney, Eliot Cohen, Steve Forbes, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi “Neo-Conservatives – Neo-Con’lar” olarak bilinen bu şahinler grubu diktatör ve baskıcı rejimlerin daha çok güç kullanma “Hard Power” yoluyla değiştirilmesi ve bu ülkelerin demokratikleştirilmesi metoduna ağırlık vermektedir. Bu grubun denetiminde hazırlanan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” çerçevesinde fiilî askerî işgali de içeren bu anlayışın neticesinde Panama, Afganistan ve Irak gibi ülkeler işgal edilmiştir. Ancak, özellikle Irakı’ın işgali ABD dış politikasında adeta ikinci “Vietnam” sendromunun giderek daha güçlü bir şekilde yaşanmasına neden olmuştur. Zira, 25 Ekim 2005 tarihî itibarıyla Irak’ta ölen ABD askerlerinin sayısının 2 bine ulaşması Neo-Con’ların “Hard Power” politikalarında ciddi tereddütlerin yaşanmasına sebep olmuştur.[8] Ölen ABD askerlerinin sayısının her geçen gün arttığı Irak’taki askerî operasyonları da dikkate aldığımızda Beyaz Saray yönetiminin bundan sonraki demokrasi yayma hedefleri için ABD’ye “biraz masrafın” dışında herhangi bir yük getirmeyen sivil devrimler metoduna “Yumuşak Güç” kullanımına daha ağırlık vereceği düşünülmektedir.[9]

ABD’nin bu hedeflere ulaşması için kadim dünyamız yeniden dizayn edilmektedir. Adına “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri bu oyunda; güç ve çıkar ilişkileri; sermaye ve doğal kaynaklar kısacası dünya nimetlerine sahip olma hakkı yeniden paylaştırılmaktadır. Eski metotlar ve/fakat “demokrasi” gibi dünyanın en güçlü silahının kullanıldığı mücadelede küresel aktörler hedefe ulaşmak için birçok unsuru bir arada kullanmaktadırlar. Ülkelerin ve dünyanın yeniden dizayn edilmesi için kullanılan metotların ilki, “işgal”dir. Dünya kurulduğundan beri tekrar eden bu yöntemle Afganistan ve Irak işgal edilmiş ve bu ülkeler süngü zoruyla demokratikleştirilmeye zorlanmıştır.

İkinci yöntem sivil devrimler yoluyla iktidarların devrilmesi ve küresel aktörlerle uyum içinde çalışacak rejimlerin kurulmasıdır. Bu yöntemle içerde oluşturulan muhalefete dışarıdan verilen maddî ve manevî destek neticesinde sivil halk ayaklandırılarak mevcut rejime karşı çıkılmaktadır. Sivil itaatsizlikle başlayan bu ayaklanmalar bütün teknolojik imkânlar kullanılarak ülke sathına yaygınlaştırılmakta ve sonuçta iktidarlar görevi bırakmak durumunda kalmaktadırlar. Ancak bu yöntemin uygulanması için “seçim” şartı zorunludur. Yugoslavya, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da rejimler bu metotla değiştirilmişlerdir. Sivil devrimlerin arkasındaki güçler hemen hemen aynıdır. Bu güçler; doğrudan devletler, bu devletlerin resmî organlarıyla doğrudan veya dolaylı ilişki içinde bulunan STK’lar ve çokuluslu şirketler olarak tanımlanabilirler. Bugün birçok ülke iç politikasını belirlerken küresel güçlerin ve çok uluslu dev şirketlerin çıkarlarını da gözetmek durumundadırlar.

Ülkeler üzerinde egemenlik kurmak ve bu ülkelerin “özgür dünya” ile bütünleşmesini sağlayan üçüncü metot ise “iç dinamiklerle” oynanarak rejimlerin boyun eğdirilmesi, yoludur. Başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede bu metot başarıyla uygulanmaktadır. Türkiye’de en son Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükûmetinin düşürülmesi hadisesinde bu oyunun izlerini görmek mümkündür. Bu metotta uygulanan başlıca seçenek ekonomik krizler yaratmak ve ülkelerin adeta “yumuşak karnı” olan etnik özellikleri ile oynamaktır.

“Demokrasi İhracı Projesi”nin ilk temelleri aslında daha Sovyetler Birliği dağılmadan Doğu Avrupa’da atılmıştır. Proje kapsamında örgütlenecek sivil halk hareketleriyle toplumsal özgürlüklerin genişletilmesine çalışılması ve mümkün olduğu takdirde Batı yanlısı rejimlerin iktidara getirilmesi için çalışmalar yapılması planlanmıştır. Bu Kapsamda çeşitli alanlarda deneme çalışmalarının yapıldığı ve alınan olumlu sonuçlarla projenin genişletildiği gözlemlenmektedir. Nikaragua’da 1979 Sandinistlerin iktidara gelmesinin ardından Amerika kıstasında kendi etkisinin tehlike altına girdiğini düşünen ABD, yeni bir reçete hazırlatmış ve bu tasarıya “demokrasi projesi” ismini vermiştir. Bu strateji çerçevesinde Arjantin, Şili, Brezilya, Uruguay gibi Güney ve Orta Amerika ülkeleri, çeşitli Afrika ülkeleri, daha sonrada kıta ötesi ülkeleri olan İspanya, Yunanistan ve Türkiye gibi Avrupa ülkelerinde ve bu arada Güney Afrika, Doğu ve Güneydoğu Asya'da çeşitli ülkeler, Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku'nun dağılmasıyla ortaya çıkan yeni cumhuriyetlerde “demokrasiye geçiş” süreçleri başlatılmış, coğrafi özellikleri dikkate alınarak askerî darbelerin ve baskıcı rejimlerin ardından “sivil hükûmet”ler kurdurtulmuştur.

Bu yeni projeyle demokrasi ihracını hedefleyen ABD, bu amaçla radyo, kitap, televizyon, fon, burs ve ödüllerle ülke aydınlarını kazanmaya yönelik faaliyetler içine girmiştir. Projeye göre bu çalışmaların ana hedefi “beyinde iktidar kurmaktır.” Bu politikalar sonucu yeni bir aydın tipi ve yeni liderler yaratmaya çalışan ABD, bir yandan uzun süredir yatırım yaptığı genç liderleri iktidara taşımanın yollarını aramıştır. Genç kesimlerin çeşitli burslarla Batılı üniversitelerde okutulması ve değişime aday ülkelerde özellikle de gençlik örgütleri vasıtasıyla gençlerin siyasete ısındırılması bu çerçevede yürütülen çalışmalardandır. Elbette ki, bütün bunlar yapılırken o ülkenin değişim açısında “kıvama” gelmesi için iç dinamikleriyle sürekli oynanmaya çalışılmıştır.

Demokrasinin Dördüncü Dalgasının Yeni Aracı: Sivil Devrimler

"Devrim"in birçok Hint-Avrupa dilindeki karşılığı olan kelime ("Revolution", "Revolucion", "Rivoluzione" vs.), orijinal anlamında gök cisimlerinin dönüş hareketlerini ifade eden bir astronomi terimiydi. Kopernikus'un eseri “De revolutionibus orbium coelesetium”dan sonra bilimde yaygınlaşan bu kavram, 17. yüzyıldan itibaren sosyal ve politik altüstlüklere de işaret etmekte kullanılır olmuştur. Kelimenin sözlüklerdeki karşılığı aşağı yukarı şöyledir:

1. Kurulu bir hükûmetin veya politik sistemin zorla ve tamamen yıkılması;

2. Toplumsal yapıda aniden meydana gelen, genellikle şiddetle yaratılan, radikal ve yaygın değişiklik;

3. Herhangi bir şeyde meydana gelen bütünsel ve bariz değişiklik;

4. Mekanik ve astronomide bir cismin kendi etrafında veya başka cisimler etrafında dönüşü.

Hint-Avrupa dillerinde, bu kelimenin toplumsal eylemdeki ahlaki değeri belirsizdir: Bilimde insanlık yararına cereyan eden önemli gelişmelere de bu kelimeyle işaret edilirken ("Scientific Revolution" gibi), Hitler yada Mussolini'yi iktidara getiren olaylara da bu kelimeyle işaret edilmektedir. Bugünkü Türkçe'deki "Devrim" ise, genellikle olumlu bir mealde kullanılır.[10] Ancak, burada bizim de inceleme konumuzu oluşturan devrim türü şiddet içermeyen devrimdir. Batı literatürüne “non-violent revolution” olarak geçen bu yeni devrim türüne çok genel anlamı ile Sivil Devrim denilmektedir.[11]

Demokrasi[12] mücadelesi amacıyla gerçekleştirilen devrimlerin ilk akla geleni Fransız Devrimi’dir. Fransız Devrimi’nin temel sloganı haline gelen “Liberty, Equality, Fraternity” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) kavramları bu gün de sivil devrimlerde sıkça kullanılan sloganlar arasındadır. Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren sınıflar Jan Jak Rouseau, Montesquieu ve Voltaire gibi aydınlanma devri düşünürlerinden ilham alırken bugün Avrasya coğrafyasında gerçekleştirilen devrimlerin ilham kaynağı ve finansal gücünü George Soros ve diğer ‘resmî’ destekli STK’lardır. Her ne kadar bugünkü sivil devrimlerin fiilî uygulamasında sürekli olarak Soros’a vurgu yapılmakta ise de aslında Soros’u “açık toplum” fikrine yönelten ünlü düşünür Sir Karl Popper olmuştur. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları (1945) adlı eserinde liberal demokrasiyi savunup, totalitarizmin her türlü şeklini reddetmektedir. Popper’in bu manada demokrasi tanımı da gayet basittir: Demokrasi, “hükûmeti şiddete başvurmadan (yani çoğunluk oyuyla) değiştirmemize imkân veren bir hukuk devletidir.”[13]

Bilindiği gibi tiranların devrilmesi ve demokrasinin yerleştirilmesi için uygulanan metotların başında sivil itaatsizlik yöntemi gelmektedir. Devrime kadar varabilecek bir eylem silsilesinde, amacı ve yöntemi bakımından sivil itaatsizlik özel bir kategori oluşturur.[14] Kadim dönemlerden beri kullanılan bu metot Batılı toplumlarda aktif olarak son 150 yılda sıkça başvurulan yöntemlerden birisi haline gelmiştir. Şiddete başvurmadan sivil yollarla toplumsal hedeflere ulaşılması amacıyla mevcut yönetimlere başkaldırı şeklinde formüle edebileceğimiz bu yöntemi başarılı bir şekilde kullanan toplumsal liderlerin başında Mahatma Gandi gelmektedir. Ancak tarih sivil devrimlerle beraber sivil olarak başlayıp daha sonra çok kanlı neticeleri olan devrimlere de şahittir.

Bir zamanlar ‘sol cenahın’ literatüründe başat kelimeler olan “devrim”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi kavramlar artık küresel güçlerin literatürüne girdiği görülmektedir. Devrim bir değişimdir ve bu nedenle değişime taraftarlar olduğu gibi karşı çıkanlar da bir o kadar çoktur. Devrimlerin en köklüsü ve en başarılısı ise halk devrimleridir. Bu nedenle, halk devrimleri, Fransız devriminden sonra, dünyada sık sık yaşanır olmuştur. 20. yüzyılın başlarında, dünya coğrafyası iç ve dış kaynaklı çok sayıda devrimlere sahne olmuştur. 19. yüzyıl boyunca imparatorluk, padişahlık, şahlık, çarlık ve krallıkların hâkim olduğu monarşi dünyası, 20. yüzyılın başlarında değişim rüzgârlarına kapılmış ve milliyetçilik akımlarının kuvvetlenmesi ile birlikte ulus devletler ortaya çıkmaya başlamışlardır.[15]

Başta Alexis de Tocqueville olmak üzere bu alandaki önemli Batılı sosyologlar devrimci başkaldırıların en baskıcı dönemlerde ve yerlerde değil, baskının azalmaya başladığı zamanlarda veya bir iyileşme dönemini tekrar kötüye dönüş izlerse ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Günümüzde yaşanan sivil devrimler büyük oranda bu görüşü doğrulamaktadır.

Sivil Devrimin bir başka tanımı olan sivil itaatsizliği Hayrettin Ökçesiz şu şekilde tanımlamaktadır: “Hukuk normunun bilinçli olarak çiğnenmesi; edimcinin özel türde bir motivasyonu; edimin kamuya açık olması ve -her geniş tanımda yer almasa bile- itaatsizliğin devrimsel olmayıp, aksine sisteme içkin bulunmasıdır.” Rawls ise “sivil itaatsizlik yasaları ya da hükûmet politikalarının değiştirilmesini amaçlayan ve kamuya açık tarzda gerçekleştirilen şiddetsiz, vicdani ve aynı zamanda siyasi nitelikli, yasaya aykırı bir edimdir.” diye tanımlamıştır.

Lider değişimleri ile sonuçlanan ve küresel dengeler açısından önemli sonuçlar doğuran halk hareketleri, son günlerin moda tabiri olan “STK’ların” tanımlanması ve daha dikkatli değerlendirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu örgütlerin sınır tanımaz faaliyet alanlarına sahip olmaları ve siyasal sistemleri tehdit etme potansiyeline erişmeleri, yabancı STK’lar üzerinde oluşan baskı ve eleştirileri artırmıştır.

STK’lar çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi gerçekleştirmede önemli aktörlerdir. Bununla beraber STK’ların son dönemde birer dış politika aracı olarak kullanıldıklarına da şahit olunmaktadır. Özellikle arka arkaya üç ülkede yaşanan sivil devrimler, yabancı STK’ların demokrasi ve sivil toplum adına kısmen devletlerce kullanıldığını gözler önüne sermiştir. STK’ların yabancı ülkelere girişinde ve çalışmalarında çeşitli kolaylıkların sağlanması, tamamı için geçerli olmamakla beraber bazı örgütler için ciddi şüpheleri ortaya çıkarmaktadır. “Açık toplum”, “piyasa ekonomisi”, “demokratikleşme”, “insan hakları” sloganları ile görmeye alıştığımız yabancı STK’ların, “talep edilen değişimin tetikleyicisi ve planlayıcısı” olma rolü tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır. Bu kapsamda ABD Dış İlişkiler Konseyi Danışmanı Jessica Tuckman Mathews’ın “STK’lar üzerinden ulus devletlerin yeniden biçimlendirilmesi söz konusu.” açıklaması dikkate değerdir.

1982 yılında Sovyet Bloku’nu yıkmak amacıyla dönemin ABD Devlet Başkanı Ronald Regan tarafından kurulan NED (National Endowment for Democracy)[16] bugün dünyada yürütlen demokratikleşme süreçlerinin arkasındaki ana güç olarak tanımlanmaktadır. NED'in resmî görevi ABD politikalarını desteklemek için, uluslararası politik etkinlikleri planlamak, koordine etmek ve yürütmek olarak tanımlanmaktadır.[17] Bugün NED dünya çapında yaklaşık 6 bin sosyal ve politik organizasyonu kontrol etmektedir. Resmi olarak NED 50 milyon dolarlık bir bütçeye sahiptir. Ancak, CIA ve diğer organizasyonlardan çok da fazla bütçeler temin edebilmektedir. Başkan Bush’un 20 Ocak 2004 yılında yaptığı konuşmada NED bütçesinin iki katına çıkarılacağını ifade etmesi ve bu kurumun önümüzdeki dönemde dünyada yürütülen demokratikleşme süreçlerinde esas rollerden birisini üstleneceğini ifade etmesi dikkatleri bu kuruma çevirmiştir.

Amerikan yönetimi tarafından kurulan sivil toplum örgütlerinin, think-tank kuruluşlarının, şirketlerinin, diplomatlarının, konsoloslarının, akademisyenlerinin, istihbaratın ve medyanın yürüttüğü bu çalışmalar yıllardır devam etmektedir. National Endowment for Democracy (NED- George Soros desteği), National Democratic Institute for International Affairs (NDI), International Republican Institute (IRI), başında CIA eski Direktörü James Woosley'nin bulunduğu Freedom House (Soros finanse ediyor), International Center on Nonviolent Conflicts ve yine NED ve George Soros tarafından kurulan Albert Einstein Institution gibi güçlü kuruluşlar üzerinden yürütülen çalışmalarının odak noktası, hedef bölgelerde "inisiyatifin otoriter yönetimlerden sivil gruplara geçişini sağlamak" olarak tanımlanmaktadır.[18]

Otbor, Kmara, Pora ve Kel-Kel gibi gençlik örgütlerinin başta Geoge Soros'un Open Society Institute’u olmak üzere National Endowment for Democracy (NED)[19], U.S. Agency for International Development (USIAD)[20], National Democratic Institute (NDI)[21] ve International Republican Institute (IRI)[22], National Democratic Institute for International Affairs – NDI[23], German Marshall Found, Soros Vakfı’nca da desteklenen, Belgrad merkezli Center for Nonviolent Resistance[24] ve Freedom House[25] gibi Batı menşeli STK’lar tarafından desteklendikleri görülmektedir. Ayrıca British Council ve Westminster Foundation for Democracy[26] gibi İngiliz menşeili kuruluşlar ve Friedrich Ebert Stiftung[27], Friedrich Naunmann Stiftung[28], Heinrich Boell Stiftung[29] ve Konrad Adenauer gibi Alman menşeili kuruluşlar da bu bölgede faaliyetlerde bulunmaktadır.

ABD’nin “güdümlü demokrasiye geçiş” için kurduğu birçok örgütün parayla beslediği “hükûmet dışı örgütler” (STK’lar) de artık “demokrasiyi yayma operasyonları”nda yer almakta, kendi ülkelerindeki yönetimlere karşı ABD’nin örgütleriyle işbirliği yapmaktadırlar. ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi (CFR) perdenin arkasındaki örgüttür ve bu sivil demokrasi operasyonlarını bu örgüt yönetmektedir. ABD’de örgütlenen Ulusal Demokrasi Fonu’nun başını çektiği, onlarca vakıf, konsey, enstitü, merkez adı altındaki örgütlenmiş seçkinler kulüpleri, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID), şirketler, sendikalar, işadamları ve Batı Avrupa’nın bazı vakıf ve dernekleri doğrudan ABD hazinesinden ve Kongre kararıyla aldıkları bütçelerle dünyayı yeniden şekillendirmek için çaba sarf etmektedirler.[30]

Sivil Devrimlerin Etkin Uygulama Alanı Olarak Eski Sovyet Coğrafyası

Sivil devrimler Soğuk Savaş’ın en şiddetli olduğu dönemlerde her iki bloğa mensup ülkeler tarafından rakibi zayıflatmak ve mümkünse kendi sistemine “yandaş” rejimleri iktidara getirmek amacıyla sıklıkla başvurulan bir metot olmuştur. Sivil devrimler esas olarak Batı bloğuna liderlik eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Doğu bloğunun lideri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından yönlendirilmiş ve daha ziyade bu bloklarda yer alan “en zayıf halka” ülkeler sivil halk ayaklanmalarına maruz kalmıştır. Zaman zaman askerî müdahalelere de zemin yaratan halk ayaklanmalarında Sovyetler Birliği Komünist Partisi ideologları ve propagandistleri son derece uzmanlaşmıştır. Moskova, sivil halk hareketleri konusunda bilhassa Doğu Avrupa’da başarılı çalışmalar yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında Sosyalist Blok nüfuz eksenini bu coğrafyaya kaydırmıştır. 5 Ocak 1968’de “Prag Baharı Uluslararası Müzik Festivali” (Prague Spring International Music Festival) ile başlayan politik liberalizasyon süreci SSCB ve Varşova Paktı müttefiklerinin ülkeyi 20 Ağustos’ta işgali ile neticelenmiştir. Çek ve Slovakların Aleksandr Dubçek önderliğinde bağımsızlık sinyalleri vermeleri doğu bloğu ve sosyalizme bir tehdit olarak algılanması ve bunun üzerine “68 Prag Baharı” olarak literatüre geçen sivil hareket Sovyet tankları ile bastırılmıştır. Çekoslovakya ve Macaristan, Kremlin’den yönlendirilen Komünist Partisi ideologları ve Sovyet tanklarının destekleriyle Batı kampından koparılarak Doğu Bloku’na dahil edilmiştir. Ardından Orta Doğu bölgesinde de giderek nüfuzunu artıran SSCB’nin Türkiye ve İran’daki başarısız girişimlerinden sonra Afganistan batağına saplanması sivil devrimlerde rotanın SSCB aleyhine dönmesine vesile olmuştur.

Afganistan’a askerî müdahalenin ardından SSCB’nin ekonomik ve askerî olarak güç duruma düşmesi Batı kampına tarihî bir fırsat vermiştir. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerde SSCB Araştırma Enstitüleri’nde Sosyalist Blok’un çökertilmesine yönelik eylem planları hazırlanmıştır. Neticesinde ise Sovyet Bloku’nun “çökertme noktası” sayılan Doğu Avrupa ülkelerine yönelik bu defa Batı tarafından desteklenen sivil devrim girişimleri başlatılmıştır. Soğuk Savaş’ın ekonomik yükünü kaldırmakta zorlanan Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecini tetiklemek için, 1980’lerin başlarında Batı desteği ile Polonya’da Lech Valesa liderliğindeki “Solidarnost” (Dayanışma) isimli işçi sendikası gibi örgütler aracılığıyla Doğu Avrupa’da Batı lehine önemli kazanımlar elde edilmiştir. Valessa ile Gdansk[31] Şehri’nde başlayan sivil devrim tüm Doğu Avrupa’yı sarmış ve netice itibariyle Doğu Avrupa’da başlayan çözülme Mihail Gorbaçov’un Glastnost ve Prestroika politikaları ile de birleşince SSCB’nin dağılması kaçınılmaz olmuştur. Varşova Paktı’nın çökertilmesi ve Sovyetler İmparatorluğu’nun yıkılması Kapitalist sistemin önemli bir başarısı olmuşsa da sistemin arzuladığı son amaç olmamıştır. Komünist sistem çökertilmişti ancak, yönetimlerde halen eski sistemin devamı niteliğindeki bürokratlar ve partokratlar görevlerine devam etmişlerdir.

1989 ile1991 yılları arasında Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslavakya, DAC, Macaristan, Polonya, Romanya ve kısmen de Yugoslavya’da rejimler birer ikişer değişmeye başlamıştır. Doğu Avrupa’da başlayan bu süreci aralarında Afganistan, Etopya, Moğolistan, SSCB ve Güney Yemen gibi ülkeler takip etmiştir.[32]

Bu dönemde iki önemli devrim sonraki süreçte politik hareketlere yön vermiştir. Bunlardan birincisi 1986’da Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos’un sivil halk hareketi sonucunda devrilmesi, ikincisi ise Post-Sovyet coğrafyada sonralar yaşanacak olan renkli devrimlere temel teşkil edecek devrimlerden birisi olan 1989 Çekoslavakya Kadife Devrimi’dir.[33] 29 Aralık 1989’da uzun süren sivil gösterilerin ardından Gustáv Husák istifaya zorlanmış ve yerine Çekoslavakya’da ilk defa Komünist olmayan bir lider Vaclav Havel Devlet Başkanı seçilmiştir. 1993 yılında ise Çekoslovakya "Kadife Boşanma" sürecini tamamlayıp ayrılarak, iki bağımsız cumhuriyet, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya haline gelmiştir. Bu “hizmetinden” dolayı ise Havel daha sonra Batılı STK’lar tarafından demokrasi kahramanı ödülüne layık görülmüştür.

Sovyet Coğrafyasında sivil itaatsizliğin ilk örneklerine Baltık ülkelerinde rastlanmaktadır. Gorbaçov’un Glastnost ve Perestroyka politikaları ile gevşeyen Sovyet rejimini fırsat bilen Estonya, Litvanya ve Letonya halkları şarkılar eşliğinde düzenledikleri büyük gösterilerle bağımsızlığın yolunu açmışlardır. Bu sebeple Baltık ülkelerinde yaşanana bu sivil gösterilere “Şarkılı Devrim” (The Singing Revolution) denilmiştir.

Gorbaçov’la berber Sovyet bloğunda başlayan demokrasi rüzgârı Çin’i de etkisi altına almıştır. 15 Nisan 1989 ve 4 Haziran 1989 tarihleri arasında Çinli ve Doğu Türkistan’lı üniversite öğrencilerinin Tiananmen Meydanı’nda yapmaya çalıştıkları demokrasi yanlısı gösteriler Çin’in 27. Özgürlük Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

Doğu Bloğu ülkelerinde genel olarak yapılan sivil itaatsizlik gösterilerine Romanya’da kan bulaşmıştır. Uzun bir süredir ülkeyi bir dikta rejimiyle yöneten Nicolae ve eşi Elena Ceauşescu’nun demokrasi isteklerine kulak tıkaması ve göstericilerin üzerine ateş açması halkın şiddetsiz eylemlerini sertleştirmelerine sebep olmuştur. Bunun neticesinde ise ayaklanan halk Nicolae ve eşi Elena Ceauşescu’yu devirerek linç etmiştir.

Bütün Doğu Avrupa ülkelerinde rejimleri birbiri ardına deviren ve değiştiren sivil devrimlerin bu coğrafyadaki son ve en önemli halkasını Yugoslavya’da yaşanan devrim oluşturmuştur. Yugoslavya’da Slobodan Miloşeviç iktidarını yıkan devrime “Buldozer Devrimi” denilmiştir (Sırbistan devrimine Buldozer Devrimi denmesine ana sebep Sırp radyo televizyon kurumunun karşısında göstericileri engellemeye çalışan polis gücünün buldozerlerle oradan uzaklaştırılmasıdır).[34] 2000 yılında Slobodan Milosevic’in devrilmesiyle neticelenen sivil devrim ve bu devrimde Sırp gençleri çatısı altında toplayan Otpor isimli gençlik örgütü kendisinden sonraki Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan devrimleri için de adeta ilham kaynağı olmuştur.[35]

Yukarıda açıklanmaya çalışılan deneyimlerden anlaşılacağı üzere başlangıçta Sovyet Bloğu Sivil Toplum Kuruluşları (STK- Non-governmental organizations NGO) vasıtasıyla zayıflatılmaya çalışılmıştır. O dönemde Batılı birçok analizci SSCB’nin zaten yıkılmaya yüz tutmuş ekonomisinin ülkeyi parçalanmaya götürecek bir süreci bu kadar hızlı tetikleyebileceğine ihtimal vermemekteydi. Ancak, gelişmeler o kadar hızlı yaşanmıştır ki, Doğu Avrupa’dan başlayan süreç kısa sürede tüm Sovyet Bloku’nu ve SSCB’yi etkisi altına alarak Sovyetler Birliği’nin parçalanmasına sebep olmuştur. Bu dağılmanın sancısız geçirilmesi ve küresel düzeyde sorunlara sebep olunmaması için Batı başlangıçta SSCB’nin “yasal mirasçısı” Rusya Federasyonu’na yönelik politikalarında son derece “ölçülü” davranmış ve özellikle de “Russia first” politikalarıyla dış politikada Moskova’ya “öncelikli” ve “ayrıcalıklı” davranılmıştır.

Doğu Bloğunun ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşan ülkelerin bir kısmında yaşanan iç karışıklıklar ve iktidar değişikliklerinde Rusya karşıtı söylemlere sahip milliyetçi kadroların işbaşına gelmeleri Moskova’da endişelere sebep olmuştur. Zaten SSCB’nin dağılmasını içine sindiremeyen Rus askerî bürokrasisi Batının “Russia first” politikalarına rağmen “arka bahçesinde” kendisine karşı dostane duygular içinde olmayan iktidarlara karşı tedbirler almaya yönelmiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasına da vesile olan sivil devrimlerin önce bizzat Rusya Federasyonu’nda tatbik edildiği görülmüştür. Boris Yeltsin tarafından gerçekleştirilen bir saray darbesiyle dönemin Sovyet lideri Mihail Gorbaçev koltuğundan edilmiştir. Bu, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin de sonunu getirmiştir. Ancak, gerçek manada eski Sovyet coğrafyasında Kremlin tarafından yönlendirilen ilk sivil ayaklanma Gürcistan’da yaşanmıştır. Rusya karşıtı ve Batı yanlısı söylemlerle Gürcistan’da iktidara gelen Zviad Gamsahurdia 6 Ocak 1992’de yapılan bir darbeyle görevinden uzaklaştırılarak yerine SSCB’nin son dışişleri bakanı olan deneyimli Sovyet bürokratı Eduard Şevardnadze getirilmiştir. Rusya Federasyonu’nda bazı çevrelerce SSCB’nin yıkılmasından sorumlu tutulmasına rağmen Kremlin tarafından desteklenen Şevardnadze Rusya-Batı dengesini iyi korumuş ve zaman zaman bu iki güç odağı arasında “gidip-gelmeler” yaşansa da yine bir darbeyle görevinden uzaklaştırıldığı Kasım 2003 tarihine kadar dengeli bir politika izlemeyi başarmıştır.

Güney Kafkasya ülkelerinde yükselen Rusya karşıtı seslerin ikinci adresi Azerbaycan olmuştur. Burada da Moskova yanlısı “Ayaz Muttalibov” hükûmeti devrilerek yerine halk tarafından seçilen Ebülfez Elçibey gelmiştir. Ancak Elçibey’in Batı ve Türkiye yanlısı politikalarından rahatsız olan Moskova’da sivil-asker karışımı bir darbe planlanmış ve bu plan da başarıyla hayata geçirilmiştir. Ülkenin güney bölgelerinde bir yün fabrikasında müdür iken etrafına topladığı silahlı kişilerle Dağlık Karabağ’da savaşa katılan ve o dönem Gence şehrinde bulunan Rus birlikleri ile kurduğu diyaloglar sayesinde ülkeyi terk eden Rus askerî mühimmatının bir kısmı kendisine “bağışlanan” Suret Hüseyinov büyük bir bölgesel askerî güç olmuş ve bu gücün baskısıyla Elçibey Hükümetinden Başbakan Yardımcısı ve Dağlık Karabağ Bölgesi Askeri Komutanı unvanını da almayı başarmıştır. Dağlık Karabağ bölgesinde elindeki bütün askerî imkânlara rağmen herhangi bir başarı kazanamayan, üstelik Bakü’deki hükûmetin emrine tabi olmayı reddeden Hüseyinov’un görevden alınma girişimi karşısında direnmesi ve ardından da emrindeki birliklerle Bakü’ye yürümesi Batı ve Türkiye yanlısı Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey’in 17 Haziran 1993 yılında görevden uzaklaştırılması ile neticelenmiştir.

Güney Kafkasya’daki iktidar oyununda üçüncü adres o dönemde Batıya yönelme eğilimleri gösteren Ermenistan olmuştur. Dağlık Karabağ savaşına bir son vermek ve Türkiye ile de dostane ilişkiler içine girmek için girişimler başlatan ve bu girişimlerinden bir netice almak sürecinde olan Batı yanlısı lider Levon Ter Petrosyan, 1997 yılında bir saray darbesiyle görevinden el çektirilmiş ve yerine Rusya yanlısı Robert Koçaryan getirilmiştir. Levon Ter Petrosyan yeni bir isim olmamasına rağmen Ermenistan’da önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek sivil devrim çabalarına liderlik edebilecek potansiyele sahiptir. Petrosyan birçok açılardan Soros tipi devrimlerdeki “esas oğlan” tiplemesine oldukça uymaktadır. Bununla beraber diğer bütün cumhuriyetlerde rövanşın alınmış olmasına rağmen Ermenistan bunun dışında kalmıştır. Aynı sürecin daha sonra Tacikistan’da da (her ne kadar radikal dinci gruplarla ve mevcut yönetim arasında geçse de) benzer bir şekilde yaşandığı görülmüştür. Ancak, Tacikistan’daki darbe kolay atlatılamamış ve ülke iç savaşa sürüklenerek bölünmenin eşiğine gelmiştir. Rusya’nın o dönemde Batı yanlısı liderlere karşı giriştiği darbelerin askerî yönü daha ağır olmuş ve zaman zaman kanlı neticeler vermiştir.

Batının “Russia first” politikalarına karşın Rusya’dan karşı atağın başlatılması, bölgenin dağılma sancılarından giderek kurtulması ve yine bölgede yaşanmaya başlanan enerji kaynaklarından pay alma mücadelesi Batıyı karşı bir hamleye yöneltmiştir. Bu yeni gelinen aşamada bu defa yıkılan eski Sovyet kuşağında, Sovyetlerin yasal mirasçısı Rusya’nın etkisinin kırılmasına yönelik yeni bir plan devreye konulmuştur. Öncelikle NATO operasyonlarının da yardımıyla Yugoslavya’da Slobodan Miloşeviç rejimi devrilerek yerine Batı yanlısı bir iktidar getirilmiştir.

Bu arada geçen süreçte ABD, Rusya’dan rövanş almak için hazırlık dönemi geçirmiştir. ABD’nin Rusya’dan farklı olarak “kansız” ve daha çok “sivil” metotlara öncelik vererek hazırladığı devrimler için ilk kıpırdanmalar Gürcistan’da yaşanmıştır. Gürcistan, Batı destekli sivil darbe girişimlerinin eski Sovyet coğrafyasındaki ilk önemli sınav yeri olmuştur. Gürcistan bölgede Rusya ile en çok sorun yaşayan ülkedir. Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze bölgedeki küresel aktörler arasında dengeli bir politika sürdürmeye gayret gösterse de, aslında Batı yanlısı sayılabilecek bir politikacı olmuştur. Ancak, Batının çizdiği yeni “lider” tiplemesine uymayan Şevardnadze, 2003 yılının son günlerinde Batı (Soros ve ABD) tarafından desteklenen bir devrimle yıkılarak yerine Batılı tiplemesine oldukça uyan genç bir lider Mihael Saakaşvili getirilmiştir. Amerika’da eğitim gören ve Hollandalı bir eşe sahip olan Saakaşvili ve taraftarları, uzun süre kuşatma altında tuttukları parlamentoya ellerinde güllerle girdikleri için Gürcistan’daki devrime “Gül Devrimi” (Rose Revolution) denmiştir.[36] Ancak literatürde bu devrim “Kadife Devrim” olarak da isimlendirilmiştir.

Gürcistan’da “Kadife Devrim” olarak adlandırılan rejim değişikliğinin birinci yıldönümünde, bu defa Batı ile Rusya arasında önemli bir tampon bölge olan Ukrayna’da tartışmalı bir seçim sonucunda halk ayaklanmaları gündeme gelmiştir. Bu halk hareketi sonucunda Ukrayna’da devrim gerçekleştirilmiş ve ülkede Batı yanlısı Viktor Yuşenko iktidara getirilmiştir. Yuşenko ve taraftarlarının turuncu kaşkollarla meydanlarda boy göstermesi sebebiyle Ukrayna devrimine “Turuncu Devrim” (Orange Revolution) adı verilmiştir. Rus medyası ise Kiev sokaklarında bolca bulunan kestane ağaçlarından esinlenerek, bu devrime ‘Kestane Devrimi’ adını vermiştir. Ancak Ukrayna’da Batı yanlısı yaşanan devrimde Batı mutlak bir üstünlük sağlayamamış ve Rusya yanlısı kesimde yapılan seçimlerde önemli oranda oy almıştır. Şimdi Mart 2006’da yapılacak parlamento seçimlerinde Batı yanlısı Yuşenko’nun partisinin oy kaybedeceği ve Rusya ile yakın işbirliğini savunan kesimlerin ise oylarını artıracağı düşünülmektedir.

24 Mart 2005 tarihinde Kırgızistan’da gerçekleşen “Sarı Devrim” veya “Lale Devrimi” (Tulip Revolution) sivil halk hareketlerinin eski Sovyet cumhuriyetlerinin tamamında olacağı yönünde bir kanaatın oluşmasına vesile olmuştur. ABD, “Demokrasi Projesi” çerçevesinde eski Sovyet kuşağı ülkelerinde ve Büyük Orta Doğu coğrafyasında yer alan ülkelerde büyük bir dönüşüm projesi hayata geçirmek istemektedir. Gürcistan ve Ukrayna’dan sonra sıranın geleceği Orta Asya’da ise Kırgızistan “en zayıf halka” konumunda olmuştur. Bu sebeple Kırgızistan’da diğer bölge ülkelerine göre daha kolay yapılan sivil devrimin Orta Asya’nın “katı” liderlerine karşı girişilecek halk hareketleri için iyi bir zemin oluşturabileceği varsayılmıştır.

Eski Sovyet coğrafyasında genel olarak sivil devrim yoluyla iktidarların Batı’ya yönelmesine sürecinde bazı istisnaların olduğuna da şahit olunmaktadır. Literatüre “Evrim” olarak geçen bu değişim metodu Moldova’da uygulanma alanı bulmuştur. Moldova’da Mirçi Snegura’dan sonra iktidara gelen Pyotr Luçinski de yerini sessiz bir şekilde Vladimir Voronin’e bırakmış ve Voronin ülkeyi uzun süre Rusya yanlısı politikalarla yönetmiştir. Daha sonra Moldova’da bir iktidar değişikliği yaşanmasa da yönetimde bulunan Voronin ve ekibi yönelim değişikliği yaşamıştır. Daha önceki yıllarda sürdürülen ve ağırlıklı olarak Rusya yanlısı olmasına rağmen Batı ile de dengeli sürdürülmeye çalışılan politikalar tamamen terkedilerek Batı’ya doğru açık bir yönelim benimsenmiştir. Bu değişim ise “Evrim” ve ya “Sessiz Devrim” olarak tanımlanmıştır.

Ermenistan’da, özellikle de Rusya destekli bir darbe ile 1997’de koltuğundan uzaklaştırılan Levon Ter Petrosyan liderliğinde bir hareket Batıdan gerekli desteği alabilecek durumdadır. Zira Petrosyan’ın da Saakaşvili ve Yuşenko gibi “Batılı standartlara” birçok parametreler açısından uyduğu görülmektedir. Her üç lider de liberal ekonominin hüküm sürdüğü Batı yanlısı bir iktidar örneği sergilemek istemektedir. Gürcistan devriminin lideri Saakaşvili’nin eşi Hollandalı, Ukrayna devriminin lideri Yuşenko’nun eşi ise Amerikan vatandaşıdır. Son günlerde Ermenistan siyasi yaşamında aktifleşen ve bu çerçevede de ABD’ye giderek Beyaz Saray ile yakın ilişkiler içine giren Petrosyan’ın eşi ise Yahudi kökenlidir.

Rusya Federasyonu sınırları boyunca ve bu ülkenin bir zamanlar “arka bahçesi” olarak gördüğü ülkelerde gerçekleştirilen sivil devrimlerin Sovyetler Birliği’nin yasal mirasçısı olan Rusya Federasyonu’na da sıçrayabileceği tartışılmaktadır. Bunu engellemek için Rusya bir taraftan BDT’nin mevcut liderlerine olan desteğini sürdürürken, diğer taraftan da uluslararası camiaya BDT ülkelerinin içişlerine karışmamaları yönünde uyarılarda bulunmaktadır. Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov bir konuşmasında bu “uyarılarını” şu cümlelerle açıklamıştır.

“Demokratik prensiplerin evrenselleşmesini engelleyen ve demokrasiyi savunmak manşeti altında önümüze çıkarılan başka faktörler vardır. Bunlar; başka ülkelerin içişlerine karışmak, üzerilerinde siyasi baskı kurmak ve sivil hak ve özgürlükler ve seçim süreçlerini tayin ederlerken bu diğer ülkelere çifte standart uygulanmasıdır. Bu tarz uygulamalara sık sık başvuranlar, sadece demokratik değerlere olan güveni sarstıklarının ve bu değerleri bencil jeostratejik çıkarları için kullandıkları bir pazarlık aracına çevirdiklerinin farkına varmalılardır. Tarih demokrasinin dışarıdan zorla kabul ettirmekle olmayacağını kanıtlamaktadır. Yürürlükte olan rejimi güçle değiştirme çabaları sadece o ülkedeki durumu daha da düzensiz hale getirmeye yarar. Demokratik kurumlar o ülkenin millî temelleri üzerine kurulmalıdır; bununla birlikte uluslararası topluluk bu süreci destekleyecek uygun koşullar oluşturarak yardım etmelidir. Her ülkenin varolan geleneklerine ve demokrasiyi geliştirmekte seçtiği yollara saygı göstermelidir; bunlar her ülke tarafından, ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ içinde belirtilen temel değerler baz alınarak kurulmuştur.”[37]

Görüldüğü üzere sivil devimler, küresel güç mücadelesinde silahsız, kansız ve sessiz bir savaşın yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreç bugünü belirlediği gibi yarınları şekillendirme potansiyeline de sahiptir. Post-Sovyet ülkelerde demokrasinin mutlaka millî güç unsurları arasında ilk sıraya yerleştirilmesi gerekmektedir. ABD’nin demokrasiyi bir “silah” olarak kullandığı ve dış politikasında öncelikli bir konuma yerleştirdiği günümüzde demokrasiye geçmek bu ülkeler için artık “stratejik bir zorunluluk” olarak ortaya çıkmaktadır.

BOP ve Sivil Devrimler

ABD’nin yeni dünya düzeni politikasının, ülkeler ve bölgeler için farklı enstrümanlarla devam ettiği görülmektedir. Yeni dünya düzeninin Türkiye gibi ülkelerdeki uygulama şekli bir sivil darbe veya askerî müdahaleden ziyade, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla tetiklenmeye çalışılan içten devrim şeklindeki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” olarak ortaya çıkmaktadır. ABD tarafından dünya hâkimiyeti düşüncesi çerçevesinde iki ayrı senaryo sahneye konulmaktadır. Bu senaryo eski Sovyet kuşağında sivil devrimlerle hayata geçirilirken; Afganistan ve Irak gibi ülkelerde bizzat askerî müdahalelerle yapılmaya çalışılmaktadır.

Başkan Bush’un en çok ilham aldığı siyasi filozofların başında İsrailli (eski) Bakan Natan (Anatoli) Sharansky gelmektedir. Eski Sovyet göçmeni olan Sharansky’nin (The Case for Democracy) isimli eserini adeta bir başucu kitabı yapan Başkan Bush, Avrupa gezisi öncesi Sharansky’den bahsederek onun; “Amerika Birleşik Devletleri halkının güvenliğinin diğer ülkelerdeki demokrasinin seviyesine bağlı olduğu, zira demokrasilerin barışçı olduğu” yönündeki tezine atıfta bulunmuştur. Farid Zakariya[38] gibi düşünürlerin “Müslüman ülkelere demokrasinin bir anda getirilmesinin birçok sorunu da beraberinde getirebileceği” tezine karşılık Sharansky, radikal terörün engellenmesinin ancak İslam ülkelerinin demokratikleşmesiyle mümkün olacağını ileri sürmektedir. Nitekim Irak’ta yaşanan gelişmeler Farid Zakariya’nın öngörüsünün doğruluğunu ortaya koymaktadır.

İlk olarak Afganistan’da askerî metotlarla başlatılan “dönüşüm projesi” bu ülkede nispeten başarılı kabul edilebilir. Oysa farklı coğrafya ve iç dinamiklere sahip ülkelerin hepsine birer “şablon” olarak uygulanmak istenen devrimler çoğu zaman istenmeyen neticelere sebep olabilir. Örneğin Afganistan operasyonları bu ülkede El-Kaide’nin önemli ölçüde zayıflamasına sebep olurken, tersine Irak operasyonlarında El-Kaide’nin adeta yeniden doğumuna şahit olunmuştur. Irak’a demokrasi getirmek iddiasında olan ABD istemeyerek de olsa adeta arı kovanına çomak sokmuş gibi Irak’ın terörize edilmesine sebep olmuştur. Lübnan, Afganistan ve Irak gibi müdahale sonrası ülkeler ise terörün küreselleşmesine sebep olmuştur.

Irak operasyonlarının bir diğer önemli ve başta Türkiye olmak üzere bütün bölge için tehlikeli sonucu bu ülkenin parçalanmanın eşiğine gelmesi ve Saddam rejimi tarafından bastırılan Şii çoğunluğun ülkede söz sahibi konuma yükselmesidir. Hattı zatında mutlak demokrasi isteği her zaman ve her ortamda olumlu sonuçlar doğuramamaktadır. Irak’ta önceki rejimde diktatör olmasına rağmen “laik” bir düzen içinde sürdürülen toplumsal hayatın şimdi çok partili seçimler döneminde Şii çoğunluk sebebiyle İran’a benzer bir teokratik yönetim tarzına geçmesi pek âlâ mümkün gözükmektedir. Benzer sürecin Suriye’de de bir müdahale sonrasında yaşanması muhtemeldir. Yine aynı şekilde Lübnan’da Suriye’nin çekilmesi ve Hizbullah’ın siyasileştirilmesi sürecinde ülkede Hizbullah’ın siyasi etkisinin artması kuvvetle muhtemeldir. Eğer bu bakış açısını Orta Doğu’nun diğer ülkelerine de çevirecek olursak Mısır’ın altyapısı hazırlanmadan çok partili sisteme ve “demokrasiye” geçmesi herhalde en çok laik olmak gibi iddiaları olmayan “Müslüman Kardeşler” örgütüne yarayacağı muhakkaktır. Dolayısıyla da ABD’nin Türkiye coğrafyasının etrafında giriştiği bu “demokrasi oyununda” istediği neticeleri alamamasından bölgede en büyük zararı Türkiye görebilir. Afganistan ve Irak’ta askerî usullerle yapılan rejim değiştirme yöntemi, sivil metotlarla Orta Doğu ülkelerinde uygulamaya konmaya çalışılmıştır.

Eski Sovyet kuşağı ile beraber Orta Doğu’da da renkli devrimler dalgasının devam edeceği ve bu devrimlere yeni “renklerin” ekleneceği beklentisi Lübnan’da Sedir Devrimi ile desteklenmiştir. STK devrimlerinin Orta Doğu’ya sıçramasıyla devrim senaryosunda yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu aşamanın ilk merhalesine Orta Doğu’nun “en zayıf halkası” olan Lübnan’da “start” verilmiştir. Lübnan’da eski Başbakan Refik Hariri, konvoyuna düzenlenen saldırı sonucunda hayatını kaybetmiş ve ardından da hükûmetin istifasına kadar giden gösteriler zinciri başlamıştır.

Lübnan’da Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra yaşanan hadiseler bu ülkede Sedir Devrimi’nin (The Cedar Revolution) gerçekleşmesine sebep olmuştur. Lübnan’da, üzerinde ‘sedir’ ağacının bulunduğu ulusal bayrakla Beyrut’ta gösterilerin gerçekleştirilmesinden hareketle Lübnan Devrimi’ne Sedir Devrimi denilmiştir. Lübnan’daki Suriye yanlısı hükûmetin devrilmesiyle sonuçlanan bu hareket motivasyon ve organizasyon stratejilerindeki benzerlikler sebebiyle renkli devrimlerin “kuzeni” olarak adlandırılmıştır.

Özgürlükleri ve demokrasiyi yaymayı ikinci Bush döneminin öncelikleri arasına koyan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın insan haklarından sorumlu müsteşarı Paula Dobriansky, ‘Gürcistan’da gül, Ukrayna’da turuncu, Irak’ta mor devrimden sonra şimdi de Lübnan’da ‘sedir devrimi’ için halkın gücünün bir araya geldiğini’ söylemiştir. Ancak Lübnan devriminde de literatür tartışması yaşanmaktadır. Zira, burada yaşanan devrime verilecek isim konusunda tam bir mutabakat sağlanamamıştır. ABD basınına göre Lübnan’da yaşananlar “Sedir Devrimi”dir.[39] Araplara göre “Bağımsızlık İntifadası”, Avrupalılara göre ise klasik “Kadife Devrim”dir. Lübnan muhalefeti ise ilginç bir benzetmeyle ve biraz da romantik bir tavırla Lübnan’da yaşananlara “Beyrut İlkbaharı” demeyi yeğlemektedir.

Suriye'nin, dünya tarafından, Orta Doğu'da demokratik değişimin önünde engel olarak görülmeye başlandığını söyleyen Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Şam'ı Iraklı direnişçilerin topraklarını kullanmasına izin vermekle suçlamıştır. Gelişmelerin ve yapılan açıklamaların ışığında, Lübnan’dan sonra NGO devrimlerinde sıranın Suriye’ye geleceği net bir şekilde görülmektedir. Ancak Suriye’de devrimin kendiliğinden gelişmesi sorunlu olabileceğinden ABD bu ülkede diplomasinin önünü açacak küçük çaplı bir operasyon dahi düzenleyebilir. Giderek büyüyen tehlikeyi ensesinde hisseden Şam Yönetimi, ABD ile bozulan ilişkileri toparlamak için çeşitli çabalar içine girmiştir. Şam Yönetiminin, Sebavi İbrahim el Hasan el Tikriti'yi teslim etmesi bu kapsamda bir girişim olarak değerlendirilebilir. Saddam'ın üvey kardeşi olan el Tikriti Irak’taki direnişin önemli isimlerinden biridir. Ancak bu girişimlerin Suriye’yi kurtarmaya yeteceği düşünülmemektedir.

ABD, Irak’taki direnişçilerin Suriye’den destek aldığı konusunda hiçbir şüphe taşımamaktadır. Bunun dışında Irak’ın işgaliyle Sünnilerin iktidarına son veren ABD, hiç istemediği halde Irak’ı Şiîlere teslim etmiş gözükmektedir. Suriye’deki iktidarın da Şiîliğin bir kolu olan Nusayrilerin (Arap Alevileri) elinde olduğu düşünülürse, şimdi Orta Doğu coğrafyasında ABD’nin kendi eliyle bir Şiî kuşak oluşturduğu görülmektedir. ABD’nin Suriye’de iktidarı değiştirmek istemesindeki bir diğer amaç da buradaki Sünnileri iktidara getirerek İran-Irak-Suriye Şiî hattını parçalamak olabilir. Lübnan’ın zapturapt altına alınmasının bir diğer önemli sebebi ise İsrail’in hemen yanı başında bulunan ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin İsrail’e saldırı için kullanıldığı bir alanı kurutmaktır. Böylece Suriye ve İran’ın Lübnan topraklarını kullanarak İsrail’e karşı saldırıda bulunmalarının da engellenmesi hedeflenmektedir.

STK devrimlerinin, şimdi de ABD-İsrail ittifakı tarafından uygulanmaya çalışılan Büyük Orta Doğu Projesi’nin emrinde olduğu görülmektedir. Lübnan ve Suriye ile beraber, Orta Doğu’nun lider ülkesi Mısır için de aynı senaryoların gündeme gelmesi şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır. Bu arada bu plan içinde İran’ın oynadığı kilit rol gözlerden kaçmamalıdır. Zira İsrail’in Orta Doğu’da nükleer bir devlete tahammül edemeyeceği açıktır. Bu sebeple önümüzdeki dönemde ABD-İsrail ittifakı İran’daki nükleer tesislere “sınırlı” bir hava operasyonu düzenleyebilir. Ardından özellikle Güney Azerbaycan’daki yaklaşık 30 milyon Azeri Türkü vasıtasıyla İran devrimi tetiklenmeye çalışılacaktır. İran’ın, kuzeydeki Azerbaycan Devleti’nden askerî üs için baskılarını yoğunlaştırmasının boşuna olmadığı düşünülmektedir.

Her ne kadar Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov, “Demokrasinin bir bahçeden çıkarılıp diğerine ekilecek bir patates olmadığını” söylese de, Amerika’nın gözünde demokrasi ister sivil darbeler isterse de askerî metotlarla olsun mutlaka ihraç edilmesi gereken bir ürün olarak görülmektedir. Önümüzdeki dönemde içinde bulunduğumuz coğrafya, ABD’nin yeni STK devrimlerine sahne olmaya devam edecektir. ABD, STK devrimleri için bir yandan eski Sovyet mekânında faaliyetlerini yoğunlaştırırken diğer yandan da bu bölgeden edindiği tecrübeyle devrimleri Orta Doğu’ya yaymaya çalışmaktadır. Ancak burada ince bir ayrıntının olduğu da unutulmamalıdır. ABD, BDT coğrafyasındaki devrimleri Sivil Toplum kuruluşları ve think-tanklarla yapmaya çalışırken, Orta Doğuda işin “Think” kısmına pek yer vermemekte ve “Tanklarla” yapma yolunu seçmektedir.[40]

Washington’un Dış Politika Aracı Olarak Sivil Devrimler

Dünyayı yeniden şekillendirme projesi uzun süreden beri ABD’nin gündeminde olmasına rağmen Pentagon’un tozlu taraflarından icracı makamların masalarına bir türlü gelememişti. Soğuk Savaştan bu yana süregelen projeye konu olan, dönemin Amerikan think-tanklarında Sovyetler Birliği’ne karşı hazırlanan “halk devrimleri yoluyla rejim ihracı modeli” aslında kaynağını bizzat Sovyetler Birliği ideolojisinden almaktaydı. Lenin’in ölümünden sonra Stalin tarafından sürülen Lev Troçki’nin 1929’da İstanbul Büyükada’da sürgünde yazdığı “Sürekli Devrim”[41] kitabında ilk kez bahsettiği halk hareketleriyle gerçekleştirilecek devrimle