Türk-Rus İlişkilerinde Bahar Havası
Oldukça klasik bir tâbir olmasına rağmen “balayı” terimi Türk-Rus ilişkilerinde yaşanan son gelişmeleri yansıtan en uygun kelimedir. 512 yıl sonra ilk defa bir Rus Devlet Başkanı olarak Vladimir Putin’in Türkiye’yi ziyaretinin üzerinden henüz bir aydan biraz fazla bir zaman geçmişken bu defa Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 10 Ocak 2005 tarihinde Moskova’ya gitmiştir.
Protokol amacı Başbakan Erdoğan’ın Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği – Türkiye İhracatçılar Meclisi (TOBB-TİM) tarafından Moskova’da yaptırılan Türk İş Merkezi’nin açılışına katılmak olmakla beraber, Erdoğan bu ziyaret esnasında Türk işadamlarını da Putin’e takdim etme fırsatı bulmuştur. Erdoğan aynı zamanda Türk-Rus İş Konseyi toplantısına da katılmış ve heyetler arası görüşmeler yapılmıştır.
Aslında normal şartlarda Erdoğan TOBB-TİM İş Merkezi’nin açılışı için Moskova’ya gidecekti ve bu ziyaret sadece Türk işadamlarına destek ve Rusya makamlarına da “nezaket” ziyareti amacı taşımaktaydı. Ancak Putin’in Türkiye’de iken TOBB’daki toplantıya katıldığı esnada kendisinin bahsi geçen İş Merkezi’nin açılışına davet edilmesi ve Putin’in de bu açılışa katılacağını açıklamasından sonra Erdoğan’ın ziyareti bir anda “kısmen resmi” ziyaret ağırlığına bürünmüş oldu.
2004 yılı başlarında Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün “diplomatik seviyesi yükseltilmiş” Moskova ziyaretiyle başlayan ve Putin’in de 5-6 Aralık 2004’te Türkiye’ye gelmesiyle iyice ısınan ilişkiler Erdoğan’ın Moskova ziyaretiyle yeni bir döneme girmiştir.
Uzun yıllar yaşanan soğukluğun ardından ilişkilerde ortaya çıkan bu yakınlaşmada Erdoğan Hükümeti’nin başarıyla uyguladığı “Komşu ve Çevre ülkeler Stratejisi” ile Putin’in Erdoğan’a göstermiş olduğu yakın ilginin katkısı büyüktür. 1999 yılında Başbakan sıfatı ile gittiği halde Bülent Ecevit, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin tarafından kabul edilmemişti. Ancak, 22 Aralık 2002 tarihinde AK Parti Genel Başkanı sıfatı Erdoğan’ın Moskova ziyareti sırasında Başkan Putin ve dönemin Başbakanı Kasyanov tarafından oldukça sıcak bir şekilde karşılanmıştı. Bu durum dâhi dikkate alındığında çizilmeye çalışılan resim daha net ortaya çıkmaktadır.
Aslında ilk başlarda Erdoğan, Rusya’da “İslâmcı” bir lider olarak algılanmaktaydı. Ak Parti Hükümeti’nin ise İslâmi yönünü ön plana çıkarması beklenmekteydi. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi Çeçenistan sorununu bir türlü aşmayan Putin için istenmeyen bir durumdu ve Ak Parti Hükümeti’ni Çeçenistan’a nasıl bir yaklaşım tarzı sergileyeceğinin kestirilememesi Kremlin yönetimi ciddi endişeler ortaya çıkarmıştı. Ancak daha sonra yaşanan gelişmeler ve bizzat Erdoğan tarafından uluslar arası terorizme karşı Rusya ile ortak çabalara girişilmesinin önemine değinilmesi ve bu yönde sergilenen tutum Kremlin yönetiminin rahat bir nefes almasına ve Erdoğan’a karşı büyük bir sempatinin oluşmasına sebep olmuştur.
Avrupa’nın “oligarklar operasyonu”[1] yürüten iki lideri olarak Erdoğan ve Putin’in “Batılı” oldukları iddiasında olmalarına rağmen, bir çok parametreler açısından her ikisi de aslında “Doğulu” sayılabilir. Yaşadığımız coğrafyada ise ülke liderleri arasında sağlanan doğrudan ilişkiler, devletler ve kurumlar arasındaki ilişkileri ciddi şekilde yönlendirmektedir. Dolayısıyla da Rus ve Türk liderleri arasında ilk defa sıcak kişisel diyalogun kurulması, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi açısından oldukça önemli olmuştur. Putin’in kişisel diyaloglara verdiği önem ve bu çerçevede Gerhard Schröder, Silvio Berlusconi ve Jacques Chirac ile geliştirdiği kişisel dostluklar kurduğu liderler arasında şimdi Erdoğan’ı da göstermek mümkündür.
Erdoğan’ın Moskova ziyareti zamanlama açısından da dikkatleri çekmektedir. Özellikle 17 Aralık’tan önce (iyi bir tesadüfle) Putin’in Türkiye’ye gelmesi ve AB’den 3 Ekim tarihinin alınmasından sonra Rusya ile sıcak ilişkilere devam kararı olarak da algılanabilecek bu ziyaretin yapılması önemlidir. Zira, Türkiye’nin AB ile müzakerelerde karşılaşılacak olumsuz durumlar karşısında bir “B Planı” oluşturulması stratejisi içinde Rusya ile bölgesel düzeyde ilişkilerin geliştirilmesi önemli seçeneklerden birini oluşturmaktadır.
Diğer taraftan bu ziyaretin (Kıbrıs konusunu çıkmak kaydıyla) tamamıyla ekonomik ve ticari ilişkilere hasredilmesi belki de eleştirilebilecek tek yönüdür. Zira, Rusya ile ticari manada ciddi sorunlarımız bulunmamaktadır. Erdoğan’ın ziyaret programının neredeyse tamamıyla iş merkezleri ve mağaza açılışları ile doldurulması ise aynı zamanda Rusya politikasında bir nevi “vizyon” eksikliğini göstermektedir. Oysa Moskova ile son dönemlerde aşılmaya başlamasına rağmen asıl sorun iki ülke elitleri, bilhassa askeri ve bürokrasi elitleri arasında yaşanan “algılama” yanlışlığıdır.
Bu sebeple ziyaretin mağaza açılışlarından arta kalan bir kısmının ülke elitleri ile bir araya gelme fırsatı olarak değerlendirilmesi durumunda ticari ve ekonomik sorunlara da temel teşkil eden birçok meselenin kendiliğinden çözüleceği görülebilirdi. Bu amaçla bir strateji merkezi veya seçkin bir üniversitede Rus elitleri ve basın temsilcileri ile bir araya gelinmesi algılama sorununun aşılması amacına hizmet edecek son derece faydalı bir girişim olabilirdi.
Başbakan Erdoğan’ın Rusya ziyaretinde ekonomik ve ticari konular bir tarafa bırakılacak olursa siyasi açıdan en önemli sonuç Kıbrıs konusunda elde edilmiştir. Zira, bizzat Başkan Putin’in ağzından Rusya’nın Kıbrıs politikasında ciddi değişiklikler olacağı sinyalleri verilmiştir. Başkan Putin’in, Erdoğan’ın Moskova ziyareti esnasında BM Genel Sekreteri’ni arayarak Annan Planı’nda “veto” kartını artık kullanmayacağını belirtmesi, Putin’in önemli bir jesti olarak algılanabilir. Ancak Rusya’nın Kıbrıs politikasında ortaya çıkan bu ciddi değişikliye rağmen Moskova’nın bu önemli sorunda tamamıyla Türkiye’nin yanında olacağını da düşünmemek gerekmektedir. Politika değişikliği şimdiye kadar “klasik” Rum yanlısı olarak sürdürülen politikaların bundan sonra daha dengeli bir şekilde ve KKTC’yi de dikkate alan politikalar uygulamaktan öteye geçmeyecektir.
AB ile yürütülen başarılı girişimlerin ardından şimdi bölgedeki diğer ülkelerle daha sıkı işbirliğine gidilmesi Türkiye’nin uzun zamandır arzulanan bir bölge gücü olma stratejisine oldukça yaklaştığını göstermektedir. Başbakan Erdoğan’ın başarılı Suriye ziyareti ve ardından Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin’e yaptığı ziyaret ile eski Osmanlı coğrafyasında yeniden aktif bir dış politika izleneceğinin sinyallerini vermektedir.
Irak politikasında başarısız olmakla birlikte bölgesinde giderek aktifleşen Türkiye’nin bu çabaları Rusya tarafından son derece yakından takip edilmekte ve Ankara’nın bölgede gücünü artırması oranında Moskova nezdinde ağırlığı da artmaktadır. Bu sebeple bir taraftan AB ile ilişkilerini geliştiren Türkiye’nin, diğer taraftan bölgesinde liderlik özelliklerini daha fazla ortaya çıkarması Rusya ile ilişkilere doğrudan yansımaktadır. Bu yansıma ise başta Kıbrıs sorunu olmak üzere diğer bölgesel ve küresel sorunlarda Moskova’nın Ankara’yı daha fazla dikkate alır politikalar uygulamasına sebep olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın kazanılmasının 60. yıldönümü sebebiyle Moskova’da tertiplenen toplantıya Putin tarafından Başbakan Erdoğan’ın bizzat davet edilmesi, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Sezer tarafından Başkan Putin’in İstanbul’a davetinin yinelenmesi, 2005 yılı içinde sıcak bir Türk-Rus ilişkileri dönemi yaşanacağını göstermektedir. Şimdiye kadar ekonomik ve ticari alanda sürdürülen başarılı işbirliğinin, bundan sonra siyasi alanlardaki işbirliğine de dönüştürüleceği yeni bir döneme girilmektedir.
Dipnotlar
[1] Putin, Rusya’da ülkenin en büyük oligarkı sayılan Mihail Hodorkovski’ye karşı başarılı bir operasyonu hayata geçirirken, Türkiye’de de Erdoğan’ın Türk oligarkı Uzan Grubu’na karşı yürüttüğü operasyonlar dikkatleri çekmiştir.