KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci
KKTC Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu’nun geçtiğimiz hafta New York ve Vaşington’da yaptığı temas ve görüşmeler çerçevesinde verdiği demeçlerde “….bundan sonra yeniden bir müzakere olacaksa bu ancak devletten devlete bir zeminde olur. Hedefi de ancak konfederasyon olabilir, federasyon değil. Bizim için federasyon seçeneği ölmüştür….. Artık uluslararası tanınma için çalışmaya başlamanın zamanı geldi. Bugüne kadar bundan imtina ettik. Ancak artık KKTC’ye uluslararası tanıma için uğraşabiliriz. Önümüzdeki ikinci bir seçenek ise özerk bir Cumhuriyet. Fransa- Monako ya da İngiltere-Cebelitarık modeli gibi bir yapı. Yani dışişleri ve savunma alanlarındaki yetkilerimizi Türkiye’ye devredip gerisini kendi içimizde yönettiğimiz bir cumhuriyet. Henüz hangi yolu seçeceğimize karar vermedik. Ankara ile birlikte oturup karar vereceğiz….” şeklinde ifadeler kullandığını medya vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
Değerlendirme
Öncelikle Ertuğruloğlu’nun “artık uluslararası tanınma için çalışmaya başlamanın zamanı geldi” sözleri üzerinde durmak istiyorum. Bu sözler, kendisinin KKTC’nin önde gelen ve Millî Kıbrıs Davamızın haklılığına inanmış ve KKTC’nin bağımsız ve egemen bir devlet niteliğiyle yaşatılması için çalışan bir siyasetçi, bir devlet adamı olarak özellikle müzakere sürecinin Rum tarafının baltalamaları sebebiyle başarısızlıkla sonuçlandığı her döneminde yaptığı çağrıların tekrarı mahiyetindedir. Bu çağrılara ulus olarak kulak vermemiz ve bu yöndeki adımları desteklememiz gerekir.
Rum – Yunan Ortaklığı Enosis Emelinden Vazgeçmemiştir
Çünkü, Kıbrıs sorununa çözüm bulma çabalarının 49 yıllık geçmişi içinde Rum – Yunan ittifakının “enosis” emel ve hedefinden vazgeçmediği; Kıbrıs’ı bir Yunan adası olarak gördüğü; Kıbrıs Rum yönetiminin Kıbrıs Türk tarafıyla gerçek bir federasyon çerçevesinde eşit kurucu ortak olarak siyasî eşitlik temelinde ve iki kesimli bir coğrafî zeminde yaşamayı içlerine sindiremedikleri; BM Güvenlik Konseyi’nin tek yanlı tutumu; AB’nin maksatlı yanlış politikaları sonucunda da Kıbrıs sorununun kalıcı çözümüne ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma geldikleri ve getirildikleri apaçık belli olmuştur.
Kıbrıs Sorununu Yaratan Taraf Ödüllendirilmiştir
Rum – Yunan ortaklığının, silâhlı “enosis” teşebbüslerinin sonucunda Ada’da ortaya çıkan her krizin ve sonuçsuz kalmasına yine onların sebep olduğu BMGS’nin her çözüm girişiminin ertesinde uluslararası toplumun önde gelen aktörleri tarafından mükâfatlandırıldıkları tarihî birer olgu ve hakikat olarak ortada durmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi’nin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak sadece Rumlardan oluşan bir kabineyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “hükûmeti” olduğunu varsayan 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kabul etmesi; Konsey’in Kıbrıs Türk halkını uluslararası plânda tecrit eden kararlar alması; KKTC’nin ve Türkiye’nin açık ve somut itirazlarına rağmen AB’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyelik talebini kabul edip işlemleri üyelik noktasına kadar yürütmesi; BMGS’nin ANNAN Plânı olarak bilinen ve uluslararası toplumun en yaygın biçimde kuvvetle desteklediği tam teşekkülü bir çözüm girişimini Türkiye destekler ve Ada’daki 24 Nisan 2004 referandumunda Kıbrıs Türk halkı onaylarken Kıbrıslı Rumların kahir bir ekseriyetle reddetmelerinden sadece bir hafta sonra Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tam üye olarak AB masasına oturması; 2008’de Türk tarafının inisiyatifleriyle yeniden başlayan çözüm arama sürecinin Rum liderler önce Hristofyas, sonra da Anastasiadis tarafından kendi iç siyasetlerinin şartlarından da kaynaklanan sebeplerle baltalanması ve sonuçsuz bırakılması; buna rağmen BMGS’nin yayınladığı raporlarda sürecin başarısızlığına sebep olan taraf olarak Rum tarafını işaret etmekten kaçınması Kıbrıs sorunun tarihçesinin sayfalarını dolduran tarihî olgu ve gerçeklerdir.
Nihai Karar İstişare İle Alınmalıdır
Bu gerçekler ışığında, on yıllardır uluslararası tecrit şartları altında yaşamakta olan Kıbrıs Türk halkı için kendi devletlerinin Türkiye’den başka devletler tarafından da diplomatik yoldan tanınması için girişimlerin başlatılmasını talep etmekten başka haklı çarelerinin kalmadığına inanmaktayım. Ertuğruloğlu’nun demeciyle halkın bu isteğine tercüman olduğunu düşünüyorum. Bu demeçteki masum talebin Türk ulusunca benimsenip desteklenmesini diliyorum. Elbette ki bu yoldaki karar KKTC ve Türkiye arasında istişare yoluyla belirlenecek ve uygulanması için en müsait şartların ve zamanın değerlendirilmesi gerekecektir.
Monaco ve Cebel-i Tarık Örnekleri
KKTC Dışişleri Bakanı’nın KKTC’nin yaşatılması ve bu amaçla Türkiye dışındaki devletler tarafından da tanıtılmasının yanında bir başka seçenekten söz ettiğini görüyorum. Bu da “özerk bir Cumhuriyet; Fransa – Monako ya da İngiltere-Cebelitarık modeli gibi bir yapı” şeklinde ifade edilmiştir. İngiltere – Cebel-i Tarık örneği kanaatimce uygun değildir. Çünkü Kaynaklarda Cebel-i Tarık “Bağımlı Britanya Toprağı” (British Dependent Territory) olarak zikredilmektedir. Oysa KKTC egemen ve bağımsız (independent) bir Devlet nitelikleriyle kurulmuştur.
Fransa – Monaco örneği ilk bakışta düşünülebilir. Bununla beraber bana göre makbul değildir. Egemen ve bağımsız KKTC’nin yerine tercih edilmemesi gerekir. Bir kere, Monaco Anayasası’nda “Monaco Prensliği’nin devletler hukukunun genel ilkeleri ve bilhassa Fransa ile akdedilen sözleşmeler çerçevesinde egemen ve bağımsız olduğu” ifade edilmektedir. Yani egemenlik ve bağımsızlık sınırlıdır.
İkincisi, Anayasa’ya göre, Monaco, siyasî, ekonomik, güvenlik ve savunma alanlarında egemenliğini Fransız Cumhuriyeti’nin “temel çıkarlarını gözeterek kullanmak” yükümlüğü altındadır. Buna mukabil, Fransa, Monako Prensliği’nin bağımsızlığını, egemenliğini ve toprağının bütünlüğünü kendisininki gibi savunma ve garanti etme taahhüdünü vermektedir.
KKTC tam egemen ve bağımsız bir devlet olarak kurulmuştur. Ada’daki varlığını Kıbrıs Rum devleti ile yana devletler hukukunun birer eşit süjesi olarak idame ettirme azmindedir. KKTC, Türkiye ile ilişkilerini eşitlik esasına göre anlaşma ve andlaşmalarla sürdürebilir. İhtiyaç duyulan başkaca anlaşma ve Andlaşmalar akdedilebilir. KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkilerin statüsünde Monaco veya Cebel-i Tarık örnekleri esas alarak değişiklik yapılması halinde bu durum uluslararası plânda Türkiye’nin KKTC’yi ilhak için attığı adımlar olarak değerlendirilebilir. Aleyhimize istismar edilmeye müsait bir ortam yaratır.
Maksadı Aşan Söz
Ertuğruloğlu’nun ABD’deki temas ve görüşmeleri sırasında verdiği bir mülâkatta kendisine Rumların Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz yataklarına ilişkin arama çalışmaları hakkında sorulan soruya yanıtında Türk tarafının bu konudaki hassasiyetini ve kararlığını ortaya koymak istediği anlaşılmaktadır. Konu hakkındaki ilk cevabında arama için emrivaki yapan gemileri “vurmak” sözü kullanılmış değildir. Gazeteci kendi mesleğinin icaplarını yerine getirerek “vurmaktan mı bahsediyorsunuz” sorusunu yöneltmiştir. Ertuğruloğlu buna “gerekirse evet” cevabını vermiştir. Tabiî bu cevap maksadı aşan ve istismarlara yol açan bir nitelik taşımıştır.
Akıncı’nın Açıklaması
KKTC Dışişleri Bakanı’nın yukarıda işaret ettiğim sözüne ilk tepki KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’dan gelmiştir. Akıncı 4 Ekim günü yaptığı yazılı açıklama ile Dışişleri Bakanı’nı, diğer hususlar meyanında, “son yaptığı açıklamalarla Doğru Akdeniz’de şiddete de başvurulabileceğini ve Rumlar adına araştırma yapan gemilerin vurulabileceğini de dünyaya ilân etmiştir. Sayın Dışişleri Bakanı bu tavırlarıyla tamiri zor yaralar açmaya devam etmektedir” şeklindeki sert sözlerle eleştirmiştir.
Kanaatimce bu aleni eleştiri talihsiz bir gelişme olmuştur.
Akıncı: Çözüm İhtiyacı ve Arayışı Sürecektir
Akıncı açıklamasında Kıbrıs sorununa ilişkin çözüm çabaları hakkında şu ifadelere yer vermiştir: “Kıbrıs sorunuyla ilgili müzakereler Crans Montana’da başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, adamızda karşılıklı kabul edilebilir bir çözüm ihtiyacı ortadan kalkmış değildir. Sorun devam ettikçe, çözüm ihtiyacı ve arayışı da sürecektir. Her koşulda bu adada iki toplum arasında barış içinde yaşamanın yollarını bulmak, hepimizin ortak sorumluluğu olmaya devam etmektedir.”
Görüleceği üzere KKTC cumhurbaşkanı Ada’da çözüm isteğini dile getirmeye devem etmektedir. Bunu yaparken de çözümün unsurları ve çözüm için kullanılacak yöntem hakkında “karşılıklı kabul edilebilir” demekten öteye bir niteleme ve belirleme yapmaktan kaçınmaktadır. Kapıyı yeni bir müzakere sürecine aralamaktadır.
BM Parametreleri Çözüm Getirmiyor
Son Kıbrıs Konferanslarında yaşanan tecrübelerle de Rumların ve Yunanların çözüm kisvesi altında Ada’da yaratmak istedikleri düzen artık tereddüde mahal bırakmayacak biçimde gün ışığına çıkmıştır. BM parametreleri çerçevesinde Kıbrıs sorununa âdil, kalıcı ve yaşayabilir bir çözüme bulunamayacağı bir kere daha belli olmuştur.
Rum – Yunan İttifakı Kararlı Mesajlar Veriyor
Anastasiadis ve Yunan Kotzias son defa BM Genel Kurulu’nda yaptıkları konuşmalarda ve New York’ta Mısır, Yunanistan ve GKRY arasında gerçekleşen toplantıdan sonra yayınlanan bildiride de nasıl bir çözüm peşinde olduklarını kesin ifadelerle açıklamışlardır. Bu açıklamalarda tarif edilen çözüm şeklini müzakere etmek için Akıncı yeniden masaya oturmaya hazır mıdır? Karşı tarafın çözüm için çizdiği çerçevenin unsurları arasında Türk tarafının kabul edebileceği bir unsur var mıdır? Bu aşamada Rum – Yunan ortaklılığının katı biçimde ortaya koyduğu kararlılığı KKTC’nin ortaya koymasında ne sakınca vardır?
Çavuşoğlu: BM Parametreleriyle Çözüm İmkânsız
Kıbrıs Konferansı’nın geçtiğimiz Haziran ayı sonunda Crans Montana’da toplanan ikinci döneminden de ortaya çözüm çıkmadığının BMGS Guterres tarafından açıklanmasından hemen sonra Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu 7 Temmuz günü yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında, “bu sonuç BM iyi niyet misyonu parametreleri içerisinde bir çözümün imkansızlığını ortaya koymuştur. Artık bu parametrelerde ısrar etmenin anlamı da kalmamıştır ” demiştir.
Erdoğan: BM Parametrelerinde Israr Edilmemelidir
Akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan G – 20 sonrasındaki basın toplantısında Crans Montana Kıbrıs Konferansı’nın sonuçsuz kalması hakkında şunları ifade etmiştir: "…. Türkiye'nin ve Türk tarafının özverili çabaları, samimi ve ılımlı tavrı hak ettiği karşılığı almadı. Açıkçası sonuçtan büyük bir üzüntü duyuyoruz. Uzun çabalardan sonra geldiğimiz bu tablo, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler iyi niyet misyonu parametreleri çerçevesinde bir çözüm bulunmasının imkânsızlığını ortaya koymuştur. Artık bu parametrelerde ısrar etmenin bir anlamı yoktur."
Bu açıklamalar, bundan böyle çözüm arama kural ve yönteminin değiştirilmesi gerektiği zaruretine işaret eden ve Türkiye’nin sakat bir çözümü kabul etmeme hususundaki kararlılığını da ortaya koyan doğru ve gerçekçi birer tespit ve teşhislerdir.
BM Parametreleri 186 Sayılı Karardan Hareket Ediyor
Çünkü BM parametrelerinin kaynağını, Ada’da 21 Aralık 1963 tarihinde başlayan Kıbrıs Türk halkına yönelik silâhlı Rum saldırılarından sonra sadece Rumlardan oluşan bir kabineyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “hükûmeti” olduğunu varsayan BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararı oluşturmaktadır. Bu parametreler tarafsız nitelikte değildir. Sözde “Kıbrıs Hükûmetini” yaşatmayı amaçlayan muhtevaya sahiptirler. Ada’daki çözümsüzlüğün asıl sebebini de bu olgu oluşturmaktadır.
Akıncı: Sorun Parametrelerde Değil
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun gösterdikleri gerçekçiliği, Akıncı’nın beyanlarında tam olarak görmemiz mümkün olamamıştır. Verdiği demeçler, hattâ sanki BM parametreleri temelinde olabilecek yeni bir müzakere sürecine kapıyı açık tutan mahiyet taşımıştır. Özellikle 27 Temmuz’da yaptığı konuşmadaki sözleri böyledir. Akıncı bu konuşmasında “….bugünlerde BM parametreleri konuşuluyor. Sorun parametrelerde değil, sorun zihniyettedir” demiştir. Böylece, Çavuşoğlu’nun ve Erdoğan’ın “BM parametreleri çerçevesinde çözümün imkânsızlığını” vurgulayan sözlerini de tekzip etmiş olmuştur. Bu çelişkiler Türk tarafının Kıbrıs konusu hakkındaki tutumu ve kararlılığı bakımından zafiyet oluşturmaktadır.
Eşgüdüm Eksikliği
Bir başka zafiyetin de Kıbrıs politikamızın esasına taallûk eden konularda KKTC’de Cumhurbaşkanlığı ile Hükûmet arasındaki uyumsuzluktan ve Türkiye ile KKTC arasında zaman zaman ortaya çıktığı izlenimini aldığım eşgüdüm eksikliğinden kaynaklandığı görüşündeyim. Bunun en somut örneklerinden biri kanaatimce 2017 Ocak ayında Toplanan Cenevre Kıbrıs Konferansı’nda yaşanmıştır. Hatırlanacağı üzere, BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışma Norveçli Eide’in girişimiyle Akıncı ve Anastasiadis 1 Aralık 2016 akşamı yemekte buluşmuştur. Bu buluşmada 5’li Konferans’ın toplanacağı tarih belirlenmiştir. Akşam yemeğinden sonra yayınlanan bildirinin metninden Konferans’ın ucu açık olduğu da anlaşılmıştır. Oysa Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 13 Ocak’ta Konferans’a katıldıktan sonra Cenevre’de ertesi günü düzenlediği basın toplantısında “ucu açık süreç istemiyorduk” demiştir. Bellidir ki Konferans kararı alınırken ve takvim düzenlenirken Türk tarafı arasında eşgüdüm eksikliği yaşanmıştır.
KKTC’de Cumhurbaşkanlığı ile Hükûmet Arasındaki Uyumsuzluk
KKTC’de Hükûmet ile Cumhurbaşkanlığı arasındaki uyumsuzluğun en son örneğini de Ertuğruloğlu’nun ABD’deki açıklamalarına Akıncı’nın yönelttiği aleni ve ağır eleştirilerdir. Umarız bu durum KKTC’de Hükûmet ile Cumhurbaşkanlığı arasında tırmanan bir sertlikle eleştiri teatisine yol açmaz. Dileriz sorunlar Millî Dava’nın selâmeti düşünülerek kapalı kapılar arkasında giderilir.
Savunduğum Görüş
BMGS’nin “Annan Plânı” temelindeki çözüm girişiminin Rumlar tarafından sonuçsuz bırakılmasından sonraki yıllarda yazdığım yazılarda, yaptığım değerlendirmelerde KKTC’nin Türkiye’den başka devletler tarafından da diplomatik yoldan tanıtılması girişimlerine başlanmasının zamanının çoktan gelmiş olduğuna dair düşüncelerimi paylaşmış bulunuyorum. İçinde bulunduğumuz aşamada da aynı düşünce ve görüşleri artan bir inançla muhafaza ediyorum.
Bununla beraber, tanınma isteme yönündeki girişimlerin başarısı için Türkiye’nin dost çevresini genişletmesine ve çeşitlendirmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Hâlihazır şartlarda Türkiye İslâm dünyasında dahi Kıbrıs için gerekli sempatiyi ve dostluğu bulabilme imkânına sahip görünmüyor. Çünkü, son 7 – 8 yıldır yakın çevremizde yeni dostlar elde edemediğimiz gibi kendileriyle geleneksel olarak dostluk münasebetleri sürdüre geldiğimiz devletlerle de aramız bozulmuş veya dostluk ilişkilerimiz eski sıcaklığını kaybetmiş bulunuyor. Müttefiklerimizle sorunlar yaşar olduk. AB ülkelerinde yıldızımız parlamaz oldu. Türkiye 2008 yılında BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine BM Genel Kurulu’nda oy kullanan 192 üyenin 151’inin oyunu alarak birinci turda birinci sırada seçilmişti. 2014 yılında hüsrana uğradık. 193 oy kullanan ülkeden sadece 60 oy alarak seçimi kaybettik. Bu sonuç dünyadaki görüntümüz bakımından fevkalâde ifşa edici ve bizim için düşündürücü olmuştur. Bunun sebeplerini kendimizde de aramamız lâzımdır. Ayrıca, günümüzde Türkiye ulusal güvenliğimize yönelik tehdit ve tehlikelerin önlenip yuvalarının yok edilmesi için birden fazla cephede mücadele eder durumdadır. Kıbrıs konusundaki adımlarımızı bu gerçeği de dikkate alarak atmamızda fayda vardır.