Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı?
Yakın Geçmişi Gözden Geçirme İhtiyacı
Kıbrıs sorununa müzakereler yoluyla çözüm bulmak maksadıyla yeniden girişimler ve çalışmalar başlamış bulunuyor. Önümüzdeki yakın dönemde KKTC’nin ve Türkiye’nin ortak hayatî çıkarlarının korunmasına sürekli biçimde cevap vermeyecek çeşitli yönlerden sakat bir çözüm şeklinin kabul ettirilmesi için uluslararası baskı mekanizmalarının harekete geçmesi beklenir. Böyle bir dönemde 1953’den itibaren Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının ortak “millî davası” haline gelmiş ve Türkiye de ilk defa 1957 yılında merhum Başbakan Adnan Menderes’in kurduğu 23. Hükûmetin programında “millî dava” kavramıyla nitelenmiş olan bir konuda 2013’den önceki yakın geçmişteki gelişmelerin ana noktalarının bir bütün halinde hatırlanmasında fayda olacağını düşünüyorum.
2002 Kasım Ayına Kadarki Durum
2002 yılının Kasım ayına gelindiği zaman 1960 Antlaşmalarıyla kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti” (KC) ortaklık Devleti’nin Rumlar tarafından yıkılmasının ve bu suretle Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine “Kıbrıs sorunu” başlığıyla girmesinin üzerinden 39 yıl geçmişti. KKTC’nin kuruluşunun 19. yıldönümü kutlanmaktaydı. Soruna BM zemininde çözüm bulmak maksadıyla Ada’daki taraflar arasında o vakte kadar 6 dönem müzakere yürütülmüştü. Müzakerelerin her dönemi, Rumların oyalayıcı taktikleri sonucunda veya BMGS tarafından ortaya konulan çözüm şekline ilişkin sözlü veya yazılı fikirlerin, somut plânların Rumlar tarafından reddedilmesi yüzünden kesilmişti. Müzakere sürecinin yeniden başlaması da, Kıbrıs Türk Liderliği’nin inisiyatif alması üzerine mümkün olabilmişti.
Bu neden böyle olmuştu? Çünkü, BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimî üyesi Devletlerin ve AB’nin yürüttükleri Rum-Yunan iddialarına arka çıkan varsayımlara dayalı politikalar sonucunda, Rumlar, çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma gelmişlerdi. Uluslararası toplum bu gerçeği görememiş, daha doğrusu görmüş olsalar bile, gerçeklere göre hareket etmek işlerine gelmemişti.
BMGS Kofi ANNAN’ın Girişimi
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan 11 Kasım 2002 tarihinde kapsamlı çözüm hedefi güden yeni bir girişim başlattı. Taraflara bir çözüm plânı taslağı sundu. Sunulan Plân G-8’in mührünü taşıyordu. Çünkü plan üzerindeki müzakere sürecinin çerçevesi, usul ve şartları G-8’in Haziran 1999’daki Köln Zirvesi’nin Bildirisi ile belirlenmiş ve oldukça tarafsız bir içeriğe sahip olan 1250 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla da aynen benimsenmişti. Böylece, girişim, uluslararası toplumun en ziyade desteğini kazanmış ve dünyada en fazla ilgi toplamış olarak başlıyordu.
Müzakere sürecinin bütün aşamaları somut bir takvime göre plânlanmıştı. Müzakerelerin ucu açık olarak devamına izin verilmeyecekti. Çözüm için saptanan hedef tarih, aralarında sözde “KC” nin de bulunduğu 10 yeni üye ile katılım antlaşmalarının imza edileceği 16 Nisan 2003’dü.
En önemlisi, sürecin, Kıbrıs’taki iki halkın çözüm hakkındaki kabul veya red yönündeki iradelerinin aynı günde Ada’nın iki kesiminde ayrı ayrı yapılacak referandumla belli olmasını sağlayacak şekilde düzenlenmiş olmasıydı.
Ayrıca, aslında “iyi niyet” görevine sahip BMGS’ne “hakem” gibi davranarak, tarafların müzakerelerde üzerinde mutabakata varamadıkları antlaşma hükümlerinin yazımını kendi takdirine göre yapması yetkisi de veriliyordu.
Aslında objektif plânda şartlar Kıbrıs konusunda yeni bir diplomatik girişimin başlatılmasına hiç de müsait değildi. Plân sunulduğu zaman Türkiye’de genel seçim yapılalı sadece 8 gün olmuştu. Yeni hükûmet henüz kurulmamıştı. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş New York’da geçirdiği kalp ameliyatının nekahetini tamamlayıp henüz Kıbrıs’a dönmemişti. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, 3 ay sonra başkanlık seçimine gidiyordu. Yunanistan’da hükûmet son yılına girmişti.
BMGS ve AB için önemli olan bunlar değil, AB’nin genişleme takvimi idi. Uluslararası diplomasinin bütün baskı mekanizmaları kurulmuş, hazır bekliyordu. İştiyak ve kararlılıkla uygulanan senaryo ile asıl elde edilmek istenen sonuç, Türkiye AB’nin dışında olduğu halde, Kıbrıslı Türklerin federal çözüm kisvesi altında sözde “KC” ne yamanmasını sağlayan bir anlaşma sayesinde “Kıbrıs’ın” bütün olarak 16 Nisan 2003 günü katılım anlaşmasını imzalamasını sağlamaktı.
BM’nin Varsayımı
BM Güvenlik Konseyi, 1996’dan itibaren Kıbrıs konusunda kabul ettiği kararlarına “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerini başlatması Kıbrıs’ta kapsamlı çözümü kolaylaştıracak önemli bir gelişmedir” şeklinde bir hüküm koymuştu.
Plân hazırlanırken BMGS Annan da “AB ile ilgili faktörlerin çözüme ulaşılması ve çözüm süreciyle ilgili takvimin belirlenmesi bakımından teşvik edici unsurlar ortaya çıkardığı ve AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerini başlatmasının Kıbrıs’ta kapsamlı çözümü kolaylaştıracağı” düşüncesi ve varsayımıyla hareket etmişti.
Bu düşüncede hedef alınan taraf belliydi: Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı. Çünkü, Rumlar, daha 1999 AB Helsinki Zirvesi’nde, Kıbrıs sorunu çözülmemiş olsa dahi, katılım müzakerelerinin tamamlanmasıyla AB’ne tam üye olarak katılacaklarının işaretini almışlardı. Annan girişimi başladığı zaman “Kıbrıs” ın katılım müzakereleri tamamlanmıştı. Girişimin başlamasından sadece 4 hafta sonra AB’nin Kopenhag Zirvesi’nde “Kıbrıs”ın 1 Mayıs 2004 günü üye olacağı teyit edilmişti. Rumların ille de Kıbrıs’ta çözüm olsun diye çabalamalarına lüzum kalmamıştı. Bu durumda, uluslararası toplumun amacının Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının AB’ye katılma isteklerini istismar etmek suretiyle çözüm için esneklik göstermesini teminen Türk tarafına baskı yapmak olduğu belliydi. Uluslararası toplum böyle bir senaryoyu uygulamağa koyarken Türkiye’de ve KKTC’de Kıbrıs konusunda meydana gelen söylem ve davranış değişikliğinin de elbette farkındaydı.
Türkiye ve KKTC’de Söylemler
Gerçekten de, ANNAN Plânı üzerinde yapılan görüşmeler boyunca ve sonrasında Türkiye’de ve KKTC’de hem resmî şahsiyetler, hem basın tarafından “Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir; Kıbrıslı Türklerin çözüme ihtiyacı vardır; şimdiye kadar Kıbrıs konusunda sürdürülmüş olan politikalar yanlıştı; Denktaş ve Klerides masaya meseleyi çözeceğim diye otursalardı Kıbrıs sorunu çözülürdü; siyaset sorunlara çözüm bulma sanatıdır; Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamak için uluslararası toplumla beraber hareket edeceğiz; çözüm yolunda bir adım önde yürüyeceğiz; (GKRY’nin tanınması konusunda) tanınmış zaten, orada yapılabilecek bir şey yok; şimdi dünya tanımış; ‘ben tanımıyorum’ demekle siz ne yapabilirsiniz; biz dünya gerçekleri ile hiçbir zaman çelişmeyi düşünmüyoruz; dünya gerçekleri neyi gösteriyorsa biz de bu gerçekler içerisinde yerimizi almaya mecburuz; Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB üyeliği önünde engeldir; Kıbrıs’ta çözüm sağlanamazsa 1 Mayıs 2004 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Ada’nın tümünü temsilen AB’ne tam üye olur; bu tarihten itibaren Türk Silâhlı Kuvvetleri Ada’da bir AB üyesi devletin topraklarını işgal ediyor duruma düşer; AB üyesi ‘Kıbrıs’ Türkiye’nin üyeliğini AB’de sahip olduğu oyla sürekli engeller. Türkiye’nin AB üyeliği suya düşer; bu durumda Türkiye bir Orta Doğu ülkesi olur; KKTC’de vatandaş kalmaz; çok sayıda Kıbrıslı Türk Rum tarafına geçer, AB vatandaşı olur; Rumlar Kuzey’deki mallarının mülkiyet hakkı için Türkiye aleyhine AİHM’de onbinlerce dava açar; Loizidiu Kararı emsal alınarak Türkiye milyarlarca dolar tazminat ödemeye mahkûm edilir; ya Türkiye bunları ödemek mecburiyetinde kalır ve neticede Türk ekonomisi çöker veya Türkiye Avrupa Konseyi’nden ihraç edilir; AB’ye üye adayı olan Türkiye 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren yok hükmünde kabul ettiği ‘KC’ ile oturup konuşmak ve onu tanımak mecburiyetinde kalır; biz on yıllarca Kıbrıs'la ilgili mevcut politikaları sürdürmüş olsaydık bugün bizim durumumuz nereye benzerdi biliyor musunuz? Aynen Lübnan ile Suriye arasındaki duruma benzerdi. Ve birileri gelir dayatır, 'Kıbrıs'tan çıkın' derdi. Bir yere kadar dayanır, ondan sonra kuzu kuzu çıkardık” şeklinde veya mealinde sözler dile getiriliyor; yorumlar yapılıyordu.
KKTC’de de 2003 sonundan itibaren siyasî iktidar uluslararası çevrelerde Kıbrıs Türk halkının ne pahasına olursa olsun Kıbrıs sorunundan bir an önce kurtulmak istediği izlenimini yaratan bir dil kullanmağa başlamıştı. “Kıbrıslı Türklerin hem dünya ile bütünleşmek, hem Türkiye’nin AB sürecinde önünü açmak için istediği; bunun için çözüme ihtiyaç duyduğu” söyleminin sık sık tekrarlanması, Rum tarafında ve onları destekleyen çevrelerde, Kıbrıs Türk halkının barışseverliğinin ifadesi olarak değil, ne pahasına olursa olsun Rumlara yamanarak AB’ye katılma arzusunun bir tezahürü olarak algılandığından şüphe yoktu.
O dönemde Kıbrıs konusuyla ilgili olarak Türkiye’ye ve KKTC’’ne genel bir bakış halinde “millî dava Kıbrıs” anlayışının ve ruhunun kaybolmuş olduğu sonucuna varmak yanlış olmazdı.
Referandumlar Turnusol Kâğıdı Görevi Gördü
Annan Plânı üzerindeki Referandumlar, benzetme yerindeyse, “turnusol kâğıdı” görevi gördü. Kıbrıslı Rumların soruna çözüm istemedikleri; Ada’daki status quo’yu çözüme tercih ettikleri gerçeğini tevil götürmez biçimde ortaya koydu.
24 Nisan 2004 referandumlarının sonuçları ile birlikte hem yukarıda bazı alıntılarla hatırlattığımız görüşler ve değerlendirmeler, hem uluslararası toplumun Kıbrıs konusunda öne süregeldikleri ön yargılı iddialar ve çözüm arayışlarında kullandıkları varsayımlar bütünüyle iflâs etti.
Türkiye’nin çözüm arayışlarında “bir adım önde yürüme siyaseti” çözüm getirmedi. Türkiye’nin AB üyelik sürecinde önünü açmadı. Girişimin bu defa da neticesiz kalması, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün sebeplerinin “Denktaş ve Klerides masaya meseleyi çözeceğim diye otursalardı Kıbrıs sorunu çözülürdü” denilecek kadar basite irca edilemeyeceği gerçeğine ışık tuttu.
Referandum Sonuçlarına Tepkiler
BMGS Kofi Annan ve uluslararası toplumun önde gelen üyeleri, yaptıkları açıklamalarla üzerinde referandum yapılan ve Rumların reddettiği “çözüm plânının adil, yaşayabilir ve dikkatli biçimde dengelenmiş bir uzlaşı” öngördüğünü belirttiler. Rum tarafını kınadılar. Sonuçtan duyulan derin hayal kırıklığını dile getirdiler.
BMGS ve temsilcileri yaptıkları çeşitli açıklamalarla Kıbrıslı Türklerin önemli fedakârlıklara katlanarak Plân’a “kabul” oyu verdiklerini hatırlattılar; takdir ifade ettiler. Kıbrıslı Türklerin Ada’nın diğer kesiminde kullanılan red oyları yüzünden cezalandırılmaması gerektiğini belirttiler. Uluslararası toplumun bu yönde gerekli tedbirleri almasını istediler.
BMGS, rapor yayınlayarak[1] “Rum tarafı bir belgeyi değil, çözümün kendisini reddetmiştir” dedi. Rumların verdiği oyların Güvenlik Konseyi’nin “kabul edilemez” nitelediği “status quo’nun devamına” sebep olduğunu vurguladı.
BMGS, raporunda, Kıbrıslı Türklerin, yaklaşık üçte birinin yer değiştirecek olmasının vereceği acıları ve meşakkatleri göze alıp referandumda “evet” oyu kullandıklarına işaret etti. Kıbrıs Türk tarafının takdire şaya bu tutumun “kendilerini baskı altında tutmanın ve tecrit etmenin bütün mantığını ortadan kaldırmıştır” şeklinde görüş ifade etti. BM Güvenlik Konseyi üyelerini “Kıbrıs Türklerine yönelik kısıtlamaların kaldırılması için öncülük etmeye” çağırdı.
AB Dışişleri Bakanları 26 Nisan 2004 tarihinde yaptıkları toplantıda, Kıbrıs Türkleri’ne yönelik tecridin giderilmesi hususunda siyasi taahhütte bulundular. AB Komisyonu’nu, bu yönde öneriler sunmak üzere görevlendirdiler.
KKTC’de Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Rumların oylarıyla “ANNAN Plânı’nın gömüldüğü” görüşünü dile getirdi. Başbakan M. Ali Talât, Kıbrıs Türk halkının izolasyondan kurtulması için diplomatik atağa geçeceklerini, çözüm isteyen bir halkın dünyadan dışlanamayacağını ifade etti. "Çözüm istemeyen tarafın tek başına AB üyesi yapılarak mükâfatlandırılmasının doğru olmadığı; bunun yaratacağı olumsuzlukların giderilmesi gerektiğini anlatarak yardım isteyeceğiz. Bizi izolasyondan kurtaracak önlemlerin hayata geçirilmesini talep edeceğiz" şeklinde konuştu. Gazetecilerin “Annan Plânı öldü mü?” sorusuna “Biz üzerimize düşeni yaptık. Bundan sonra ne yapılacağına uluslararası toplum karar verecektir" yanıtını verdi.[2]
Türkiye’de Millî Güvenlik Kurulu (MGK), tarafından yapılan açıklamada ve Başbakan ve Dışişleri Bakanı tarafından verilen demeçlerde Rumların halkoylamasında verdikleri red oyuna rağmen GKRY’nin AB’ye üye olarak kabul edilmesinin, Kıbrıslı Türklerin AB dışında bırakılmasının ortaya koyduğu çarpıklık ve adaletsizlik üzerinde duruldu. Bundan böyle Kıbrıslı Türklerin uluslararası toplumdan tecrit edilmesinin mümkün olamayacağı görüşü dile getirildi.
MGK’nın 26 Nisan 2004 tarihli basın açıklamasında, “Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin dengeli ve yaşayabilir olarak nitelendirdiği kapsamlı çözüm planına büyük bir çoğunlukla olumsuz yanıt veren Rum tarafının 1 Mayıs 2004 gününde AB'ye girecek olmasına karşılık, plâna olumlu yanıt veren Kıbrıs Türk tarafının dışarıda bırakılmasının çelişkili ve adaletsiz bir durum yarattığına” işaret edildi. “Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk halkının çözüm yönünde ortaya koyduğu iradenin uluslararası kuruluşlar ve devletler tarafından dikkate alınmasının ve referandum öncesi böyle bir sonucun çıkması durumunda, ‘KKTC'ye uygulanan kısıtlamaların kaldırılmasına; siyasi, ekonomik ve sosyal içerikli bazı iyileştirmelerin yapılmasına’ yönelik vaatlerin yerine getirilmesinin gerekliliği” üzerinde duruldu. “Türkiye'nin KKTC'ye karşı olan sorumluluklarının ve Türk halkının birlik, beraberlik ve dayanışmasının bugün daha çok önem kazandığı” belirtildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıslı Türklerin artık “tecrit politikasına tabi tutulamayacağını” ifade ederek “Bana göre Güney Kıbrıs kaybetmiştir… Kimin çözümün önünü tıkadığı ortaya çıkmıştır” şeklinde konuştu.[3] Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, basın toplantısında, BMGS’nin sözlerine atıfta bulunarak “bu defter kapatılmıştır” dedi. “Avrupa Birliği, ABD ve diğer önde gelen ülkelerden KKTC'ye uygulanan haksızlıkların ortadan kaldırılmasını isteyeceklerini” söyledi. “Türk askerinin adadan çekilmesinin söz konusu olmadığını” kaydetti. Ada’da bir çözüm plânı üzerinde ilk defa bir “referandum” yapıldığına işaret etti ve “her iki taraf âdeta self-determinasyon haklarını kullanarak karar verdiler. Rumların “hayır", Türklerin “evet" demeleri, 30 senedir uzlaşmaz diye bilinen, çözümden kaçmakla suçlanan Türk tarafının ve Türkiye'nin bunları hak etmediğini ortaya koymuştur. Çözümü kimin istediği, kimin çözümün önünü tıkadığı belli olmuştur” dedi. "Yeni bir durumun" ortaya çıktığına işaret ederek “KKTC'ye uygulanan ekonomik ve siyasi ambargoların kaldırılmasını” istedi. Rum kesiminin referandumda "hayır" demesiyle AB açısından "ters bir durumun" ortaya çıktığını vurguladı. "AB, her iki tarafı kendisine üye olmaya davet etmiştir. Bu davete ‘evet’ diyen Türk tarafı AB'ye üye olamayacaktır. ‘Hayır’ diyen Rumlar ise katılacaktır. Eminim ki, AB kendi ilkelerini gözden geçirecektir ve bu ters durumu irdeleyecek ve Türklere yapılan haksızlıklara son verecektir. Bu konuda Türkiye olarak her türlü gayreti göstereceğiz" sözlerini dile getirdi. “Rum yönetimi artık Ada'nın tümünü temsil etme iddiasında bulunamaz" görüşünü de dile getirdi.[4]
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, gazetecilerin bir sorusu üzerine “referandum sonuçları çok tartışıldı ama içinde bulunduğumuz durum bize diplomatik üstünlük sağlayan bir durum" şeklinde görüşünü açıkladı.[5]
BMGS’nin Raporu BM Güvenlik Konseyi’nin Önüne Getirilmedi
Dönemin KKTC Başbakanı Talât 24 Nisan 2004 referandumlarından sonra verdiği demeçte “BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın hazırlayacağı raporun önemli olduğunu” vurguladı ve “raporda, Kıbrıs Türk tarafının ve Türkiye'nin çözüm yanlısı olduğunu ifade edilmesi halinde bunun gelecekte büyük avantajlar sağlayacağını”[6] ifade etti. Oysa, rapor BM Güvelik Konseyi’nin önüne bile getirilmedi. Bu yüzden de, Talât’ın tahmin ve beklentisinin aksine, olumlu raporun Türk Tarafı’na elle tutulur bir avantaj sağlaması mümkün olamadı.
Referandumun Anlamı, Sonuçları ve Etkileri
Annan Plânı üzerinde iki ayrı referandum düzenlenmesi, Kıbrıs’ta iki ayrı halk ile belirleyici ve kurucu nitelikte iki ayrı egemen iradenin var olduğunu kanıtladı. BMGS Annan’ın çözüm girişiminin de sonuç vermemesi, BM’nin Kıbrıs sorununa çözüm arayışları bakımından aslında uygun bir zemin olmadığını da daha belirgin şekilde gösterdi. Annan plânının Rumlar tarafından uğratıldığı akıbet Türkiye, KKTC, BMGS ve BM Güvenlik Konseyi’nin Daimî üyeleri için Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak ders mahiyetinde tarihî bir tecrübe oldu. Referandumun sonucu, aynı zamanda, Türkiye ve KKTC ile BMGS ve Konsey’in Daimî üyeleri için Kıbrıs konusunda bir düşünme ve değerlendirme yapma fırsatı oluşturdu.
KKTC ve Türkiye Kıbrıs sorununa ilişkin diplomaside tarihî bir zirve noktasında yüksek zemine kavuştu. Rum tarafı ise uluslararası toplum nazarında âdetâ derin bir uçuruma düştü. Böyle bir değer yargısında bulunurken Annan Plânı’nın Ada’daki gerçekler üzerine bina edilmiş; Kıbrıs Türk halkının geleceğini teminat altına alan ve Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili uzun vadeli çıkarlarını koruyan bir muhteva taşıdığını söylüyor değilim.
Kıbrıs Türk tarafını ve Türkiye’yi Kıbrıs diplomasisinde yüksek zemine çıkaran faktör, anlaşmayı kabul etmesi olgusundan ziyade, anlaşmaya Rumların “hayır” demesi oldu.
Türkiye ve KKTC Ne Yapmalıydı?
Uluslararası toplumun yaygın biçimde destek verdiği bir çözüm sürecinin Rum uzlaşmazlığı yüzünden sona erdiği o tarihî noktada KKTC’nin ve Türkiye’nin üzerine bulundukları yüksek zeminde ortaya kesin bir tavır koyup, çözüm arayışlarında hiçbir şeyin artık 24 Nisan 2004’den önceki gibi olmayacağını dünyaya ilân etmeleri gerektiği görüşündeydim. Bu çerçevede Kıbrıs sorununun Rum halkının verdiği oylarla tercih ettiğini ortaya koyduğu Ada’daki iki devletli status quo temelinde bir anlaşma ile halledilmesine hazır olduklarını da açıklamalarında fayda mülâhaza ederdim. Böyle bir tavır, kanaatimce, Annan Plânı’na arka çıkmakla Türkiye’nin aldığı hesaplı olduğuna inanmak istediğim büyük risklerle ve sonunda elde ettiği çarpıcı neticeyle mütenasip olurdu.
Bu açıklamanın yapılmasıyla birlikte Türkiye ve KKTC’nin üçüncü Devletlerden tanınma isteme sürecini başlatması da gerekirdi. Bu yapılmadı. Rumlar Annan Plânı’nı reddetmekle nasıl çözüm için tarihî bir fırsatı heba ettilerse, Türkiye ve KKTC’de artık nafile bir egzersiz olduğu kesinleşen BM zeminindeki çözüm arayışları sürecine noktayı koymak ve KKTC’nin diğer ülkelerce tanınması diplomatik sürecini başlatmak için önemli bir fırsatı kaçırdı. BM Güvenlik Konseyi Annan Plânı üzerindeki sürecin başarısız kalmasının sebepleri üzerinde, ileriye dönük sonuçlar çıkarılmasına yardım edecek hiçbir değerlendirme yapmadı. Türkiye’de ve KKTC’de “…..bu defter kapatılmıştır; …..çözümü kimin istediği, kimin çözümün önünü tıkadığı belli olmuştur; …..Güney Kıbrıs kaybetmiştir; …..bundan böyle Kıbrıslı Türklerin uluslararası toplumdan tecrit edilmesinin mümkün olamayacaktır;…..uluslararası toplumun KKTC'ne uygulanan kısıtlamaların kaldırılmasına, siyasi, ekonomik ve sosyal içerikli bazı iyileştirmelerin yapılmasına yönelik vaatlerin yerine getirilmesi gerekir; …..eminiz AB Türklere yapılan haksızlıklara son verecektir; …..bu konuda Türkiye olarak her türlü gayreti göstereceğiz; …..içinde bulunduğumuz durum bize diplomatik üstünlük sağlayan bir durum…” gibi daha ziyade iç kamu oyuna dönük sözler dile getirilmekten; 2004 ortasında İstanbul’da toplanan İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın (İİT) 31. Dışişleri Bakanları toplantısında “Kıbrıs’ın Müslüman Türk halkının İİT’nin bütün organlarının çalışmalarına, faaliyetlerine ve toplantılarına BMGS’nin kapsamlı çözüm plânında öngörülen” “Turkish Cypriot State”, yani aslında ve doğru anlamında “Kıbrıs Türk Eyaleti veya Kantonu” ismiyle katılmaya davet edilmesinin kararlaştırılmasını” Annan Plânı’na “evet” demekle Kıbrıs Türk halkının elde ettiği büyük kazanç olarak takdim edilmesinden; referandum ertesinde ABD Kongresi’nden bazı milletvekili ve senatörlerinn KKTC’ni ziyaret etmesini “siyaseten bunun adı 'ben seni tanıyorum' demektir. Tanımadığınız yere gitmezsiniz. Bundan sonra da bu süreç böyle devam edecektir"[7] anlayışıyla ve sözüyle KKTC’nin tanınma yoluna girdiği izleniminin yaratılmasına çalışılmaktan öteye KKTC’nin Türkiye’nin yanında başka devletler tarafından da tanıması için kararlı girişimlerde bulunulmadı.
BMGS: İki Kesimli Federasyonu Kabul Ettiklerini Göstermelidir
BMGS referandumlardan sonra yayınladığı raporunda “şayet Rumlar Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli federasyon yoluyla çözülmesini hâlâ istiyorlarsa bunu göstermelidirler… Şayet Rumlar siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmaya hazırlarsa, bunu sadece sözle değil, hareketleriyle de ortaya koymalıdırlar” değerlendirmesinde bulundu.[8]
Rapordaki bu ifade, çözüm arayışının yeniden başlayabilmesi için Kıbrıs Rum tarafına âdeta “siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmağa hazır olduklarını” ispat etme külfeti tahmil ediyordu. Kıbrıs Türk tarafına da böyle bir talepte bulunma hakkını veriyordu.
Bu ve buna benzer faktörler de dikkate alınmadan Türkiye ve KKTC tarafından BM zeminindeki görüşmelerin yeniden başlaması için çağrılara ve girişimlere başlanıldı. Örneğin, KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talât ile Ankara’da görüşen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül “şimdi kapsamlı çözüm için yeni adımlar atma zamanıdır… Yoksa bu konu kronik bir problem olarak durmağa devam edecektir ve birçok stratejik konuları gölgeleyen bir husus olacaktır”[9] şeklinde bir demeç verdi. Bu çağrılar yapılırken, sonuç vermeden sürüp giden BM zeminindeki müzakerelerin, haddizatında Rumlar tarafından hem Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün, hem KKTC üzerindeki ambargoların devamını sağlayan, hem de KKTC’nin Türkiye’den başka devletlerce de tanınmasını önleyen bir mekanizma olarak kullanıldığı gerçeği göz ardı edildi.
Türkiye ve KKTC’de, yeni bir çözüm sürecine girişmenin, Annan Plânı’nı Rumların reddetmiş olmaları vakıası karşısında, Annan Plânı’nın öngörülen çözüm şeklinin gerisinde bir çözüm şekline peşinen razı olmak anlamına geleceği; bunun da Türk tarafının pozisyonunu bir çözülme sarmalının etkisine sokacağı gerçeği dikkate alınmadı.
Çözüm İçin Sözde “Fırsat Penceresi” Söylemi
Annan Planı üzerindeki referandumdan bir yıl sonra, o zaman itibariyle 42 yıllık Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün baş sorumlusu olarak gösterilmeye başlanmış olan Rauf R. Denktaş’ın yerine 2005 yılında M. Ali Talât Cumhurbaşkanı oldu.
Talât ve partisi CTP, 2008 Şubatında GKRY’de yapılacak başkanlık seçimlerinde Hristofyas’ın seçilmesinin Kıbrıs sorununun çözümü için bir “fırsat penceresi” yaratacağını öne sürdü. Hristofyas seçimi kazandı. Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, Babacan ve Bakoyannis, Mart 2008’de Ankara’da Talat – Hristofyas ikilisinin çözüm için “fırsat penceresi” açtıklarını ifade ettiler. ABD ve AB de aynı görüşü dile getirdiler. BMGS de onlara katıldı. Oysa aslında ortada çözüm için ne bir “fırsat” vardı, ne de açılmış veya açılabilecek kapı veya pencere.
“Kıbrıs’ta Yoldaşlar İşbaşında” ve “Kıbrıs’ta Fırsat Penceresi mi?” başlıklarıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde (11 ve 21 Mart 2008) yayınlanan yazılarımda, M. Ali Talât çözüm için ne kadar hevesli ve tavizkâr olursa olsun Hristofyas ile çözüm olamayacağını gerekçeli olarak iddia ettim. İstemezdim; ama gelişmeler beni yanıltmadı.
Makalelerimde aslında bir kehanette bulunmamıştım. Sadece, Hristofyas’ın yemin töreninde yaptığı konuşmanın metnini, 5 yıl önce Papadopulos’un kendi yemin törenindeki konuşmasının içeriği ile mukayese etmiştim. Arada hiçbir fark bulunmadığını; hattâ Hristofyas’ın, Papadopulos’un görüşlerini ve iddialarını daha keskin bir üslupla tekrarladığını saptamış ve hükmümü vermiştim.
Talât – Hristofyas Görüşmeleri
2004’de AKEL red oyu vermiş olduğu için, Mart 2008’de müzakere süreci başladıktan sonra, Hristofyas’ın istediği şekilde ANNAN Plânı tamamen terk edildi. Annan Plânı’nın referansı olan BM Güvenlik Konseyi’nin 1250 sayılı kararı yerine 1251 sayılı karar referans haline geldi. Oysa Türkiye ve KKTC işe ancak Annan Plânı esas alınarak başlanabileceğini açıklamışlardı. 1251 sayılı karar da “Kıbrıs sorununun çözümü, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü korunan, tek egemenliğe, tek hukukî kişiliğe sahip bulunan, içinde tek vatandaşlığın olduğu, iki toplumlu ve iki kesimli bir federasyon içinde ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında tarif edilen şekilde siyasî bakımdan eşit iki toplumu ihtiva eden bir Kıbrıs Devleti’nin üzerinde kurulmalıdır ve böyle bir çözüm bütün halinde veya kısmî olarak herhangi bir ülkeyle birleşmeyi ve taksimin ve ayrılmanın her şeklini yasaklamalıdır” hükmüne yer verilmekteydi.
1251 sayılı kararda “bir Kıbrıs Devleti” kavramında kelimelerin baş harfleri büyük harfle yazılmıştı. Kastedilen “KC” idi. Bu da çözümün “KC’nin” anayasasının federal düzen kuracak şekilde tadil edilmesiyle ortaya çıkacağı anlamına gelmekteydi. Yani, Türk tarafı hızla zemin kaybetti. Hristofyas’a çok önemli tavizler verildi. Yine de çözüm ortaya çıkmadı. Sonunda Talât Hristofyas’ı suçladı. Başbakan Erdoğan da dayanamadı ve Hristofyas’ı kastederek “hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamul olarak fark etmiyor; Papadopulos daha önce ne söylemişse, O da onları söylüyor” dedi.[10] Sonunda doğru bir teşhiste bulundu.
Eroğlu – Hristofyas Görüşmeleri
2010 Nisan ayından itibaren müzakereleri Kıbrıs Türk halkı adına yürütme sorumluğunu Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu üstlendi. Müzakereleri Talât’ın bıraktığı noktadan itibaren yapıcı bir yaklaşımla, kendisinin üstün vasıflarından olan yumuşak, fakat kararlı bir üslupla, konulara tam bir vukufla, müzakerelerin temposunu yavaşlatma taktikleri uygulamadan, müzakerelerin önünü tıkayacak ön şartlar ortaya atmadan, somut önerilerle ilerlemeğe katkıda bulunarak belirli bir takvim dahilinde çözüme ulaşılması için gayret sarf etti. BMGS raporlarında KKTC Cumhurbaşkanı’nın tutumu hakkında açık veya kapalı biçimde hiçbir olumsuz değerlendirme yer almadı. Oysa BMGS, raporlarında ve/veya açıklamalarında, açıkça eleştiren ifadeler kullanmasa da, Hristofyas’ın oyalayıcı ve hedefe ulaşılmasını geciktirici tutumlarından rahatsızlık duyduğunu ortaya koyacak şekilde zaman zaman “görüşmelerin ucu açık bir süreç olmadığını” hatırlatma ihtiyacını duydu. “Sırf görüşmüş olmak için sonu gelmez biçimde görüşme” anlayışının kabul edilemeyeceğini ifade etti.[11]
Görüşmeler için 2008 Mart ayında ilk resmî temaslar başladığı zaman, Taraflar, BM ve özellikle Talât, çözümün 2008 yaz aylarının sonuna kadar elde edileceği yolunda aşırı iyimser beyanda bulundular. BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer, Türk basınına verdiği ilk röportajda “çözüm olasılığının ilk kez bu kadar yüksek olduğunu” belirtti.[12] Çözüm için dile getirilen hedef tarih, önce 2008 sonu, sonra da 2009, 2010, 2011 sonu ve nihayet GKRY’nin AB dönem Başkanlığını üstleneceği 1 Temmuz 2012 öncesi şeklinde sürekli değişikliğe uğradı.
BMGS, Ada’ya 2010 Ocak sonunda ilk gelişinde, 1964’den sonra yeniden açılan Lokmacı kapısından geçti ve bu olayın verdiği olumlu izlenimle Mayıs 2010’da yayınladığı raporunda[13] “Lokmacı kapısından geçerken her iki tarafça da sıcak biçimde karşılandığını ve halkta çözüm için gerçek bir arzunun varlığına tanıklık ettiğini” belirtti. Bununla beraber, daha sonraki raporlarında, görüşmelerin “yavaş” giden seyrine dikkati çekti. “Temponun hızlandırılması” çağrısında bulundu.
Müzakerelerin son 4 yıllık seyri içinde, Kıbrıs Türk ve Rum liderleri arasında 150 civarında görüşme cereyan etti. BMGS Ban Ki-Moon, Talât ve Hristofyas arasında 1, Eroğlu ve Hristofyas arasında 5 olmak üzere, toplamda 6 zirve görüşmesi düzenledi.[14] Kıbrıs sorunu bu girişim döneminde de çözülemedi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) lideri Hristofyas, görev süresinin sona ermesine az bir zaman kala 4 Ocak 2013 tarihinde düzenlediği basın toplantısında “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” belirterek bunu “başarı” olarak niteledi.[15] Bu demeci, Hristofyas’ın GKRY’de Başkan olmasının çözüm için bir “fırsat penceresi” oluşturduğunu düşünüp bunu ifade etmiş olanlar umarım ibretle kaydetmişlerdir.
GKRY’de Anastasiadis Dönemi
Gelelim 2013 yılına: 24 Şubat günü Hristofyas’ın yerine, GKRY’de yine, Başbakan Erdoğan’ın yerinde benzetmesiyle, Kıbrıs Rum siyaset “değirmeninin öncekilerden farklı olmayan mamulü” Nikos Anastasiadis başkan seçildi. Yemin töreninde yaptığı konuşmayı inceledim. Konuşmasında önümüzdeki dönemde, Ada’da âdil ve kalıcı bir çözümün sağlanmasına katkıda bulunabileceğinin ciddi işareti olarak değerlendirilebilecek hiçbir unsur göremedim. Bu konudaki değerlendirmem Volkan Gazetesi’nde 10 ve 11 Mart 2013 tarihlerinde yayınlandı.
Anastasiadis’in İcraatı
Anastasiadis’in göreve başlamasından bu yana 9 ay geçti. İcraatı da çözüm için umut ışığı saçmadı. Anastasiadis, Kıbrıs sorununa çözüm aramak için görüşmeleri başlatma hususunda bir acelecilik ortaya koymadı. Aksine işleri ağırdan aldı. Önce GKRY’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ile uğraşması gerektiğini öne sürdü. Eroğlu ile ilk buluşması göreve gelmesinden 3 ay sonra 30 Mayıs’ta akşam yemeğinde gerçekleşti. O zamandan buyana başka buluşma olmadı. Kıbrıs konusunda ilk icraat olarak müzakerelerin düzeyini düşürdü. Ancak özel temsilcisini seçip tayin etmesi 6 ay aldı.
“Önemli olan görüşmelerin ne zaman başlayacağı değil, hangi ortak zemin üzerinde başlayacağıdır” diyerek iki liderin özel temsilcilerinin bir Ortak Bildiri hazırlamalarını istedi. Bir buçuk ay kadar zaman geçti. Ortak Bildiri ortaya çıkamadı. Çünkü, Anastasiadis bildirinin muhteva, amaçlar ve hedefler bakımından kapsamlı ve bağlayıcı nitelikte olması için ısrarlı oldu. Ortak Bildiri açıklanmadan masaya oturmayacağını söylemeğe başladı. Basına yansıyan bilgilere göre, masada görüşülüp sonuçlandırılması gereken konular bir sayfalık bir ortak bildirinin içine sığdırılması için çalışılmaktadır.
Anastasiadis “Kıbrıs halkının” Kıbrıs sorununun çözüme ulaşabileceğine yeniden inandırılabilmesi için Maraş’ın bir dürtü (impetus) olarak müzakereler başlamadan veya devam ettiği sırada kendilerine iade edilmesi gerektiğini bir ön şart olarak açıkladı. Bunu BM Genel Kurulu’nda iyi niyetli bir teklif olarak sundu.
Anastasiadis muhtemel bir çözümün sözde “KC’nin” evrim suretiyle federasyona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkacağı görüşünü ısrarla savunmaktadır. Bu savını kabulünü bir ön şart haline getirmiş bulunmaktadır.
Rum lider Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak maksadıyla bugüne kadar sanki hiçbir şey yapılmamış gibi, geçmişte yapılanları ve tarafların pozisyonlarında ortaya çıkmış bulunan bazı “yakınlaşmaları” yok farzeden bir anlayış ortaya koymaktadır. 2008-2012 döneminde Hristofyas ile yapılan müzakerelerde tarafların pozisyonları arasında meydana gelen “yakınlaşmaları” kayda geçirmek maksadıyla BM tarafından hazırlanmış bulunan “Convergencies 2008 – 2012” başlıklı bir belgeyi BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer taraflara sunmuş bulunmaktadır. KKTC bu belgedeki tespitlerle mutabık olduğunu gecikmeksizin BM’ne bildirdi. Anastasiadis’in böyle bir belge hazırlanmış olmasından ve taraflara ulaştırmasından rahatsızlık duyduğu basında çıkan haberlerden anlaşılmaktadır. Rum tarafı bu belge hakkında görüşünü BM tarafına bu vakte kadar bildirmiş değildir. Rum tarafında Downer aleyhinde bir hava oluşmaya başlamıştır.
Anastasiadis, müzakerelerin belirli bir takvime göre hızlı tempoyla yürütülüp sonuçlandırılmasına, BMGS’nin hakem gibi davranmasına da karşıdır. Doğu Akdeniz’de varlığı öne sürülen hidrokarbon yataklarının araştırılması ve işletilmesi konusunda GKRY’nin başlattığı tek yanlı girişimler ve yapılan çalışmalar karşısında KKTC’nin ve Türkiye’nin takındığı kararlı tutumu; Anastasiadis de “KC’nin” egemenlik haklarına ve alanlarına müdahale olarak kabul ettiğini ortaya koymuş bulunmaktadır.
Türkiye’de Yeniden Çözüm İçin “Fırsat Penceresi” Söylemi
Kaygı verici bir gelişme Türkiye’de yeniden çözüm için “fırsat var” veya “fırsat penceresi” gibi söylemlerin işitilmeğe başlamış olmasıdır. “Annan Plânı olmadı, Ban Ki-Moon Plânı ortaya çıkabilir” diyenler vardır. Bu söylemlerin sahipleri, Annan Plânı dolayısıyla uğradıkları hayal kırıklığını; “yoldaşlar” Talât-Hristofyas ikilisinin açacaklarını bekledikleri “fırsat penceresinin” hayalden öteye gidememiş olduğunu unutmuş görünmektedirler.
Bu söylemlerin Türkiye’nin AB katılım sürecinde yeni bir başlığın müzakeresine başlanmış olduğu döneme rastlaması da fevkalâde ifşa edicidir. Bellidir ki, ya sözde “Kıbrıs” ve Yunanistan belirli taviz vaatleri karşısında AB’nin Türkiye ile müzakere sürecini canlandırmasına yeşil ışık yakmışlardır veya taviz beklentileri yüksektir. AB Bakanı Egemen Bağış’ın “Kıbrıs meselesi çözülürse biz şu anda çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş durumdayız” şeklinde basına yansıyan sözleri, aslında Türkiye’nin Annan Plânı döneminde Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin AB üyeliği arasında kurduğu sakıncalı bağın yeniden kurulmağa başlandığını göstermektedir. Ancak bu defa artık ortada Annan Plânı yoktur. Bu defa Rumların da “evet” diyebileceği bir plânla ortaya çıkacak çözüm şeklinin Türkiye ve KKTC için Annan Plânı’nın öngördüğü çözümün gerisinde olacağını tahmin etmek zor değildir.
Çapraz Görüşme Yöntemi
Bilindiği üzere, Kıbrıs Rum liderliği, öteden beri, Kıbrıs sorununun aslında iki toplum arasında değil, Kıbrıs adasını istilâ ve işgal etmiş olan Türkiye ile “KC” arasında bir sorun olduğu görüşünü savunagelmektedir. Bu sebeple de sorunun Türkiye ile KC arasında görüşülerek çözülebileceği savını ileri sürmektedir. Anastasiadis de aynı görüştedir. Nitekim, 28 Şubat 2013 günü yemin töreninde yaptığı konuşmada “Kıbrıs ile Türkiye arasında, işgale son verilmesi suretiyle Kıbrıs sorununun halledilmesine yol açacak bir yeni ilişki kurulması için çalışmaya hazırız” demiştir. Devamla, Kıbrıs sorununun çözümünü sağlama amacıyla “işgal gücünü masaya koyacağı tekliflerden mesul kılacak bir yöntem” oluşturulmasından söz etmiştir.
23 Eylül günü Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanlarının New York’da Kıbrıs Türk ve Rum görüşmecilerin müzakere sürecinde çapraz olarak Ankara ve Atina’yı ziyaret etmeleri hususunda anlaşmaya varmaları Anastasiadis’in öngördüğü yeni görüşme yöntemine uygun düşmüştür. Anastasiadis, bu anlaşmadan duyduğu memnuniyeti BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Kıbrıs Rum toplumu temsilcisi ile görüşme yapmaları konusundaki teklifimi kabul etme kararı aldıkları için Türkiye’ye teşekkür ederim” diyerek dile getirmiştir.
Görüleceği üzere, Türkiye Rum temsilciyle görüşmeyi zevahiri kurtaracak belirli bir formül çerçevesinde kabul etmek suretiyle Anastasiadis’e peşin bir taviz vermiştir. Halbuki, Kıbrıs Rum tarafı Türkiye ile doğrudan görüşme ihtiyacını duyuyorsa bu görüşme 4’lü konferans çerçevesinde pek âlâ gerçekleşebilirdi. Amaç bellidir. Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki pozisyonlarını giderek aşındırmak ve Türkiye’nin sözde “KC” ni tanımasına yol açabilmek için özellikle Türk kamuoyunu hazırlamaktır. Ancak, basında temsilcilerin Ekim ayının ikinci yarısında Ankara ve Atina’yı çapraz olarak ziyaret edeceklerine dair haberler çıkmış olsa da, bu ziyaretler henüz gerçekleşemedi. Basında Rum tarafının bazı zorlukları olduğuna dair haberler yer almaktadır.
Belirtmeye lüzum yoktur ki, bu ziyaretlerde temsilcilerin Ankara ve Atina’da eşit düzeyde kabul görmeleri esas olmalı ve uygulamada simetri titizlikle sağlanmalıdır. Kıbrıs Türk Temsilci KKTC pasaportu, Kıbrıs Rum Temsilci de “KC” pasaportu ile seyahat etmelidir. Bu konuda kamuoyu doğru biçimde bilgilendirilmelidir. Bu çapraz ziyaret yönteminin GKRY tarafından kötüye kullanılma ihtimali yok değildir.
Türkiye’de Rum temsilciye iyi niyetle ifade edilebilecek bir sözün, KKTC ile Türkiye arasında güven bunalımı yaratmak maksadıyla Rumlarca çarpıtılarak kamuoyuna yansıtılması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple görüşmelerin tutanaklarının titizlikle hazırlanması büyük önem arzeder. Bir tehlike de, Rum tarafının Ankara’nın pozisyonlarını AB nezdinde Türkiye’nin AB sürecine zarar vermek amacıyla istismar etme niyeti taşıması halinde ortaya çıkar.
Uluslararası Toplumun Bakışı
Basında çıkan haberlere göre, BMGS Ban Ki-Moon “dünyanın Kıbrıs sorunundan yorulduğunu” ifade ederek, Kıbrıs’taki liderlere sorunu vakit geçirmeden çözmeleri çağrısında bulunmaktadır. Ayrıca, BM Basın bürosunca 1 Kasım’da yapılan açıklamaya göre, BMGS, Kıbrıs’taki görüşmecilerin ortak bildiri üzerindeki çalışmalarında ortaya çıkan tıkanıklığın bir an önce giderilmesini istemiş ve görüşmelerin başlama tarihinin kısa sürede belirlenmesi çağrısında bulunmuştur. BMGS, kapsamlı çözüm için ortada “sınırlı” bir “fırsat penceresi” bulunduğundan söz etmiştir.
Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaya göre ABD Başkanı Obama 8 Ağustos 2013 günü Vaşington’da Yunanistan Başbakanı ile yaptığı görüşmede “Kıbrıs’tan Rum ve Türk toplumundan gelen mesajlar bizi cesaretlendirmektedir; onlarca yıldır süren ihtilâfı ve gerginlikleri halletmek için büyük bir fırsat vardır” şeklinde konuşmuştur.
2008’de Kıbrıs’ta çözüm için “fırsat penceresi” edebiyatını yapmış olan dünya liderlerinin, yakın geçmişten ders almış olarak bu defa durumu doğru değerlendirmelerini ümit ve temenni ederim. Bu sefer başlayabilecek görüşmeler için Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Adasını çevreleyen alanlarda zengin hidrokarbon yataklarının bulunmasının Kıbrıs sorununa çözüm bulunması için bir itici güç olacağı değerlendirmelerinin de yapıldığı görülmektedir.
Söz konusu yatakların varlığı gerçek ise, Batılı büyük aktörlerin, bunu, başkaca güçlere, meselâ Rusya’ya kaptırmamak için, Rumların Türkiye saplantısı ile oynadıkları oyunlarına müsaade etmeden gereken tertipleri alma yoluna gideceklerini düşünüyorum. Uluslararası aktörlerde ve kamuoylarında Türkiye’nin batı oryantasyonunda köklü değişiklik meydana geldiği veya gelebileceği yolunda algılamalar ortaya çıkmadığı takdirde, bu tertiplerde Türkiye’ye de yer verileceğini değerlendiriyorum. Bu düşüncemi, 1950’li yılların ikinci yarısında Sovyetler Birliği’nin yayılmacılığının Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde Doğu Akdeniz’de bir tehlike haline gelmesi karşısında Kıbrıs’a üç NATO devletinin garantörlüğünde bağımsızlık verilmiş olması vakıasına da dayandırmaktayım.
Hareket Tarzı
Önümüzdeki dönemde ortada Kıbrıs sorunu için bir çözüm ihtimali veya imkânı var mıdır, yok mudur, bu husus elbette ki Türkiye ve KKTC’de hükûmetler tarafından somut ve resmî verilere dayalı olarak yetkiyle ilk elden değerlendirilecek ve gereği yapılacaktır.
Ancak, çözüm sürecinin sonuçlarıyla ilgili olarak yakın geçmişte uğradığımız hayal kırıklıklarını yeniden yaşanmaması için, bu defa yeni bir çözüm süreci başlayabilirse, bunun kesin biçimde belirlenmiş somut bir takvime göre cereyan etmesi sağlanmalıdır. Bu satırların yazılmasından çok kısa bir süre sonra KKTC 30 yaşını tamamlayacaktır. Bunun önemi ve anlamı dikkatten kaçırılmamalıdır. Kosova’nın, Abhazya’nın (6 devlet tanımış), Güney Osetya’nın (5 devlet tanımış) bağımsız devlet olarak ortaya çıkabildiği bir dünya da, KKTC’nin elbette yeri vardır ve esasen Türkiye Cumhuriyeti tarafından diplomatik tanımaya mazhar olarak gerçek anlamında demokratik bir devlet vasfıyla uluslararası toplumda bu yere sahip olmuştur.
KKTC’nin üzerindeki insan haklarının en büyük ihlâllerinden birini oluşturan siyasî amaçlı tecrit tedbirlerinin kaldırılmasını teminen kararlı adımlar atılmasının zamanı gelmiştir. Çünkü, 1968’den günümüze kadar yürünen yolda Rum tarafıyla anlaşmaya dayanan bir çözüm arayışı ne yazık ki nafile bir gayret olmuştur. Bu yolda Rumlar işlerine geldiği gibi serbest ve rahat biçimde yürüyebilmiş ve AB içinde “enosis”i gerçekleştirme noktasına gelmiştir. Oysa, çözüm arayış süreci Kıbrıs Türk halkının ayağına haksızca ve insafsızca takılmış bir pranga vazifesi görmüştür.
Görüşmelerin her defasında Rumlar tarafından kesilmesinden sonra hemen yeniden başlatılması, uluslararası toplumda KKTC’yi tanıyabilecek dostlarımız için caydırıcı bir etki yapmıştır. Tabir yerindeyse, dostlarımız “pişmiş aşa su katmaktan” kaçınmışlardır. Yeni bir çözüm arayışına girilecekse, nasıl Anastasiadis bazı ön şartlar ileri sürme cesaretini ve gücünü gösterebiliyorsa, Türkiye’nin de KKTC üzerinden, vurgulayarak tekrar ediyorum, “Kıbrıs Türk toplumunun üzerinden değil”, “KKTC’nin üzerinden” ambargonun kaldırılmasını bir ön şart olarak uluslararası toplumdan resmen talep etmesi gerekir. Belki o zaman dünya Kıbrıs ile ilgili durumun ciddiyetini anlayacaktır! Anlamaya kendini mecbur hissedecektir!
Kıbrıs müzakere sürecinde Türkiye, şimdiye kadar uygulanan yöntemi değiştirip, Rum Temsilciyle Ankara’da görüşme cesaretini gösterebilmişse, yeni bir süreçle ilgi olarak da KKTC’nin üzerindeki ambargonun kaldırılmasını talep etme cesaretini gösterebileceğine inanıyorum. Diğer taraftan, Ada’daki gerçekler temelinde kalıcı bir çözüme ulaşılması samimi biçimde isteniyorsa, uluslararası toplumun Rumları böyle bir çözüme razı olur ve hattâ ihtiyaç duyar hale getirecek somut adımları atmaya başlaması gerekir.
Bu adımların atılmasına ilk olarak Ada’daki BM Barış Gücü’nün (UNFICYP) görevine son verilmekle başlanabilir. Çünkü BMGS’nin raporlarında Ada’da istikrar kazanmış olduğu belirtilen sükûnet aslında UNFICYP’in değil Türk askerî varlığının eseridir. Bugün UNFICYP Rumların Kıbrıs’ta meşru hükûmet oldukları iddialarının sembolü olmaktan başka pratik bir amaca hizmet etmez durumdadır. Rumların ve Yunanistan’ın içinde bulundukları vahim ekonomik kriz şartlarında UNFICYP’in çekilmesi Rumları yılda yaklaşık 20 milyon, Yunanistan’ı da 6,5 milyon dolar tutarında bir malî yükten kurtarmış da olacaktır. Öte yandan, Kıbrıs konusuyla ilgilenen aktörlerin elinde, özellikle, içinde bulundukları ağır ekonomik şartlarda GKRY’ni ve Yunanistan’ı çözüme ikna edebilmek için başkaca manivelalar bulunduğunu da varsayıyorum.
Muhtemel Bir Federal Çözümde Türk Tarafı İçin Hayatî Unsurlar
Yeni bir görüşme süreci iki kesimli federal çözüm üzerinde anlaşmayla sonuçlandığı takdirde, KKTC Halkı’nın, referanduma sunulacak bir Antlaşma metnini, herhangi bir dış tesir altında kalmadan, özellikle şu açılardan değerlendirerek oylarını kullanmalarını dilerim:
1. Antlaşma’nın, Rumlar karşısında egemen eşit ortak olarak kendi ayrı varlıkları için ne getirip ne götürdüğü;
2. “Egemenliğin” iki halktan kaynaklanmasının öngörülüp görülmediği;
3. Egemen siyasî eşitlik temelinde “yeni bir ortaklık devletinin” kurulup kurulmayacağı;
4. “Kurucu ortak” mı (co-founder) yoksa “oluşturucu ortak” mı (constituent) olmalarının öngörüldüğü;
5. “İki kesimlilik” parametresinin geçici mi, yoksa daimî mahiyette mi olacağı;
6. Egemen eşit ortak olarak kendi ayrı varlıklarının idamesi için tek ve etkili garanti olan Türkiye’nin fiilî (asker bulundurma) ve etkin (garanti hakkı) hak ve yetkilerinin devam edip etmediği;
7. Türkiye’ye tanınan hak ve yetkilerin uygulanabilir olup olmadıkları;
8. Antlaşmanın hükümlerinin AB’nin birincil hukuku haline gelip gelmeyeceği ve derogasyonlar mevcut mu değil mi?
9. Referandum oy pusulasındaki sorunun da iyi okunup doğru anlaşılması hayatî önemi haizdir. Soruda yer alabilecek “Kıbrıs Türk Devleti” ibaresinin “egemen kurucu devlet” mi yoksa, “eyalet” anlamında mı kullanıldığının bilinmesi hayatî önemi haizdir.
10. Ayrıca ve belki de en önemli veçhe olarak, Kıbrıs Türk halkının, referandum tarihinde Türkiye henüz AB’ne tam üye olmamışsa ve yakın bir gelecekte olma ihtimali de görünmüyorsa, Kıbrıs Türk halkının AB’ne katılmasının hem kendileri, hem Türkiye bakımından ne gibi sonuçlar doğuracağını isabetle değerlendirmelerini temenni ederim.
Kararlı Davranmak Gerekir
Diplomaside güdülen hedefe ulaşılmasını sağlayan ana faktör sürekli olarak barış ve/veya çözüm isteğinin dile getirilmesi değildir. Müzakere masasında zafiyetlerini gizleyebilen; zor durumlarda dahi direnme gücünü gösterebilen; karşı tarafın zafiyetlerinden yararlanabilen ve kararlı davranan taraf istediği veya buna yakın sonucu elde edebilir.
Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu’nun Rum Federasyonu İle Yaptığı Anlaşma
Esef vericidir ki, KKTC Futbol Federasyonu (KTFF) Başkanı KKTC’deki futbol takımlarının uluslararası maçlar yapabilmesini temin maksadıyla GKRY Futbol Federasyonu (KOP) Başkanı ile bir anlaşma yaparak KTFF’nin KOP’un bir üyesi olmasını, yani Rum tarafının şemsiyesi altına girmesini kabul etmiştir. Daha da esef verici olan Türkiye’de ve KKTC’de bazı basın ve yayın organlarının bu hareketi “KKTC” üzerindeki tecrit tedbirlerinin kaldırılması yönünde “futbol” vasıtasıyla atılan yapıcı ve olumlu bir somut adım şeklinde kamuoyuna takdim etmiş olmalarıdır.
KTFF’nin yaptığı bu anlaşma, KKTC’nin sözde “KC” ne yamanmayı ve Kıbrıs Türk halkının Rum Yönetiminin altına girmeyi kabullenmesinden farklı bir durum değildir. Bu gibi sorumsuzca hareketler Türk tarafının müzakere masasında tezlerini savunmadaki kararlılığını zafiyete uğratır; millî davada çözülme başladığına delâlet eder.
KKTC’nin yetkili organlarının iki futbol federasyonu arasındaki anlaşmanın KKTC yönünden hiçbir geçerliliğinin ve bağlayıcılığının bulunmadığını vakit geçirmeden açıklamaları beklenir. Devletlerin herhangi bir kuruluşunun devletin resmî politikalarına ters düşen tasarruflarda bulunma yetkisine sahip olamayacağını da belirtmeğe lüzum yoktur. Millî davamızın haklılığına inanmış vatanperverlerin, başta sporseverler olmak üzere, KOP ile yapılan bu zararlı anlaşma konusunda tepkilerini ağırbaşlı biçimde ortaya koyacaklarını ümit etmek istiyorum.
Sonuç
Dünyanın genel siyasî şartlarında ve stratejik dengelerinde, ABD’nin ve AB’nin Kıbrıs’ta iki ayrı halkın, iki ayrı devletin, iki ayrı demokrasinin, ikiye bölünmüş bir siyasî coğrafyanın varlığı gerçekleri üzerine bina edilen bir çözüm