DNA'nın Gücü: Haksız Mahkumiyetlerle Mücadelede Masumiyet Projesi
DNA'nın Gücü: Haksız Mahkumiyetlerle Mücadelede Masumiyet Projesi
Suç isnat edilenler hakkında mahkûmiyet kararı verilmesi için belirli süreçlerden geçilmektedir. Yapılan yargılama sonucu, toplum olarak verilen karara güvenme eğilimimiz bulunmaktadır. Ancak bilerek veya bilmeyerek, baskı altında vb. etmenler ile yargılamanın yanlış sonuçlanmış olma ihtimali de mevcuttur. Görgü tanığının yanlış teşhisi, adli bilim uygulamalarında yapılan hatalar, suçun bir başkası tarafından üstlenilmesi, mağdura veya olaya ilişkin ön yargılar ve her türlü ayrımcı yaklaşımların devreye girmesi sebebi ile haksız mahkumiyetler yaşanmaktadır. Suçsuz birinin yıllarını hapishanede geçirmesi gerek toplum gerekse de bireyin yaşamında geri dönüşü olmayan ağır hasarlara yol açmaktadır. Toplumun adalet ve adaleti sağlayan görevlilere inancı azalırken bireyler ise bu yozlaşmadan zihinsel hasarlar ile ayrılmaktadır. Bu olaylara şahit olmuş bireylerin artık verilen kararlara inanma oranları düşecektir.
Masumiyet Projesi
Görgü tanıklığı delili ile çözülen vakalar adalet sistemi içerisindeki büyük miktarı kaplasa da tanık belleğinin her zaman güvenilir bir başvuru kaynağı olmadığı yaygın olarak bilinmektedir. Dahası, tanık belleğinin doğruluğunun ayırt edilmesi de tahmin edilenden daha zor bir süreçtir; bireyler bu konudaki becerilerini olduğundan fazla olarak değerlendirme eğilimindedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde haksız mahkumiyetlerin sonlandırılması üzerine çalışmalarını sürdüren Masumiyet Projesi’ne göre, görgü tanığının yanlış teşhisi, hatalı mahkumiyete yol açan en önemli faktördür. DNA testi ile suçsuzluğu kanıtlanmış hükümlülerin %70’inden fazlasının mahkum edilmesinde görgü tanıklarının yanlış teşhisleri etkili olmuştur. Görgü tanıklarına sorulan sorulardaki ufak bir yönlendirici detayın bile bellek üzerinde büyük bir etkisi olabileceğini belirtilmiştir.
Yaygın şekilde yapılan yanlış uygulamalar sonucunda insanların haksız mahkumiyetlerinin önlenmesi veya durdurulması için bir grup insan Masumiyet Projesi’ni başlatmıştır. Proje ile başta delillerin incelenmesi olmak üzere davalarda yaşanan yanlış ve hatalı uygulamaların tekrar gözden geçirilmesi ve bilimsel yeniliklerden faydalanılması yolu ile insanların uğradığı haksızlığın durdurulması amaçlanmıştır. Bu projenin olumlu çalışmalarının ortaya çıkmasının ardından dünya çapında haksız mahkumiyetlere karşı projeler başlatılmıştır.
Barry Scheck ve Peter Neufeld ilk kez Bronx Hukuki Yardım Derneği'nde tanışmış ve Masumiyet Projesi’nin temelleri atılmaya başlamıştır. İkili, 1988’den beri DNA teknolojisinin adli kullanımı üzerine çalışmıştır. Marion Coakley vakası üzerinde yaptıkları çalışmalarla DNA yöntemlerini öğrendikten sonra DNA teknolojisinin hayati önemini fark etmiştir. Kısa süre sonra bir grup avukat, öğrenci ve gönüllülerden oluşan bir ekip ile Benjamin N. Cardozo Hukuk Fakültesi'nde DNA testi yoluyla haksız yere hüküm giymiş kişileri özgürlüklerine kavuşturmak için davaları üstlenmişlerdir. Glen Woodall ekibin kurtardığı ilk kişi olmuştur. Woodall, görgü tanıklarının yanlış tanımlanması, yetkililerin negatif davranışları ve hatalı saç analizi nedeniyle yanlışlıkla cinsel saldırı suçundan hüküm giymiş ve özgürlüğüne kavuşana kadar 5 yıl hapis yatmıştır.
Kirk Bloodsworth Davası
Ekip daha sonra ABD'de idam cezasına çarptırılan ve DNA kanıtlarıyla temize çıkan ilk kişi olan Kirk Bloodsworth davasına katılmıştır. Eski bir denizci olan Bloodsworth, mahkum edildiğinde 22 yaşındaydı ve masumiyeti ispatlanana kadar 9 yıl hapis yatmıştır. 1984 yılında, 9 yaşında bir kız çocuğu ormanlık bir alanda cinsel saldırıya uğramış ve öldürülmüş bir halde bulunmuştur. Tanıklar ifadelerinde onu kız ile beraber gördüklerini belirtmişlerdir. Ayrıca fiziksel hiçbir kanıt olmamasına rağmen Bloodsworth suçlu bulunmuş ve idama mahkum edilmiştir. Ardından itiraz üzerine temyiz mahkemesi tarafından 2 kez müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır. 1990’lı yılların başında DNA teknolojisindeki ilerlemeler sayesinde Bloodsworth masumiyetine kavuşabileceğini hayal etmiştir. 1992’de ise mahkeme Bloodsworth için DNA testi yapılmasına karar vermiştir. Kurbanın şortu, iç çamaşırı ve olay yerinde bulunan bir sopa kurban ve Bloodsworth'un DNA'sıyla karşılaştırılmış ve yapılan testlerin Bloodsworth'un suçlu olamayacağı anlaşılmıştır. 1993 yılında özgürlüğüne kavuşan Bloodsworth, kendi başına gelen bu olayın başkalarının da başına gelebileceğini düşünerek haksız yere mahkum edilen diğer kişiler için mücadele etmeye başlamıştır.
DNA aklanması ABD içerisindeki aklanmaların sadece %15’ini oluşturmaktadır. 2020 Ocak ayı itibari ile ABD’de 375’in üzerinde DNA aklanması gerçekleştirilmiştir. Bunlardan 21’i ölüme mahkum edilmiş kişilerdir. Bu kişilerin büyük çoğunluğu haksız yere cinsel saldırı veya cinayet işlemekten mahkum edilirken masum olmalarına rağmen yaklaşık %25'i itiraf, %11'i ise suçunu kabul etmiştir. Ortalama olarak 14 yıl hapis yatmışlardır. İlgili vakalarda mahkumiyetlerin %69’u görgü tanıklarının ifadelerinin ardından cezaya çarptırılmıştır. Görgü tanıklarına hatalı fotoğrafların gösterilmesi (yalnız birinin arka fonu siyah diğerlerinin beyaz vb.), ırk ayrımcılığı başta olmak üzere olumsuz ön yargılar ve uygulanması gereken prosedürlerin yanlış ve hatalı yapılması sorunun ana kaynağı olmuştur. Bu yanlış tanımlama vakalarının %84'ü hayatta kalan bir mağdurun yanlış tanımlamasını içerdiğinden mahkeme kararına önemli ölçüde etki etmiştir.
Adli bilimsel tekniklerde yapılan hatalar da haksız mahkumiyetlerde önemli rol oynamaktadır. Yalancı şahitlik konusuna baktığımızda ise bu kişilerinin önemli bir kısmının 21 yaşın altında olduğu görülmekte ve ayrıca zihinsel sağlık konusunda problemler yaşadıkları anlaşılmıştır. Masumiyet Projesi'nin ilgilendiği bazı davalarda delillerin kaybolması veya tahrip olması nedeniyle analiz yapılamadığı anlaşılmıştır. Davalarında yalan itiraf içeren 104 kişiden 23'ünde duruşma sırasında kişiyi aklayan DNA kanıtları olmasına rağmen yine de haksız mahkumiyet kararı verilmiştir. Cinayet suçundan haksız yere mahkum edilen 137 kişinin 33'ü olmayan suçunu itiraf etmiştir.
Masumiyet Projesi uluslararası bir özelliğe sahip olmuştur. ABD’de çalışmaya başlayan proje bir çatı kuruluşa dönüştürülmüş ve Masumiyet Ağı kurulmuştur. Bu ağ uluslararası erişime ulaşmış, ülkelere yayılmış ve haksızlığa uğrayan insanların masumiyetlerine kavuşmaları için çalışmaktadır. Bu oluşumun içerisinde 70’in üzerinde kuruluş bulunmaktadır. Masumiyet Ağı, 2005 yılında kuruluşundan itibaren 750’nin üzerinde kişiyi aklamıştır. Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, İrlanda, İsrail, İtalya, Japonya, Hollanda, Tayvan ve Birleşik Krallık şeklinde 12 ülke ağa dahil olmuştur.
Türkiye’de Masumiyet Projesi
Türkiye açısından ise Prof. Dr. Sevil Atasoy tarafından 1996 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başlatılmıştır. Haksız mahkumiyete uğrama ihtimali olan ve fiziksel kanıtları bulunan vakaların yeniden incelenmesi sağlanmıştır. Vakalarda DNA teknolojisinin kullanımı bütün yargılama sürecini değiştirmiş adeta bir sihirli değnek gibi daha önce hayal bile edilemeyen bir takım verilere DNA analizleri sayesinde ulaşılmaya başlanmıştır.
İstanbul’da cinayete kurban giden alt komşularının öldürülmesinin ardından tutuklanan Bircan ve Cemal Başak çifti, Prof. Dr. Sevil Atasoy’un Masumiyet Projesi kapsamında özgürlüklerine kavuşmuştur. Komşularını öldürdüğü iddia edilen Başak çifti, olay yerindeki kan, doku, saç teli, sperm, parmak izi ve sigara izmariti gibi somut deliller bulunmasına rağmen cesedin yüzündeki ısırık izi yüzünden 40 ay hapis yatmıştır. Bircan Başak’a bir şeftali ısırtılmış, diş kalıbı alınmış ve Adli Tıp raporuyla cesetteki ısırığın Bircan Başak’a ait diş izleriyle uyuştuğu iddia edilmiştir. Suçsuz olduklarını söyleseler de onlara kimse inanmamıştır. Dosya üzerinde inceleme yapan Atasoy ve ekibi, şeftali ısırtılarak mukayese yapılamayacağını belirten bir rapor hazırlamış ve bu rapor sayesinde yeniden yargılanma hakkı elde edilmiştir. Sonunda Başak çiftinin DNA analizlerinin sonuçlarının da alınmasıyla suçsuzluğu ispat edilmiştir
DNA 1985 yılında İngiltere’de bir suç olayının araştırılmasında kullanılmıştır. Bu olayda elde edilen başarının ardından adli DNA profilleri mağdur, fail ve olay yeri arasında bağlantı kurabilen bir yöntem olarak döneme damgasını vurmuş ve etkisini sürdürmüştür. Yöntem adli bilimciler, bilim insanları, yargı ve kolluk güçleri için temel araştırma yöntemlerinden biri haline gelmiştir.
Teknolojinin ilerlemesiyle hem yapılan analizlerin doğruluğu arttırılmış hem de analiz süresi kısaltılmıştır. Yapılan yeni ilerlemeler ile çok daha küçük biyolojik materyallerden analizler yapılabilmektedir. Ayrıca tam genom açılımı, yeniden yüzlendirme, soy ve fenotip belirlemesi, tek yumurta ikizlerinin ayırt edilebilmesi, vücut sıvısı ve türlerinin tayinleri yapılabilmektedir. NGS (Yeni Nesil Dizileme) teknolojisi ile DNA’nın yanı sıra RNA üzerinde de çalışmalar yapılmaktadır. MRNA biyolojik lekelerden vücut sıvılarının tanımlanması için yeni ve umut verici bir yöntemdir. Yara yaşı tahmini veya patolojik mekanizmanın anlaşılması konusunda fikir vermektedir.
Suça doğrudan maruz kalan kişinin bile yanlış teşhis yapabildiği silah odağı etkisi ile tespit edilmiştir. Yine elbette görgü tanıklarının da ne kadar sık hata yapabildiklerine şahit olduk. Bu korkunç tablonun kahramanı ise DNA olmuştur. Bilimin ilerlemesi ile haksız yere mahkum olan yüzlerce insan isimsiz kahramanlarca kurtarılmıştır. ABD’de yaşanan bu vakalar ve sayılara baktığımız da ise diğer şeffaflık problemi yaşayan ülkelerde bu rakamların nasıl akıl almaz noktalara gideceğini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. Bir an olsun kendiniz mağdurların yerine koymayı düşünün ve olayın vahametini gözünüzde canlandırın. Tek kelime ile korkunç.
Bilimsel metotların adli bilimler ile birleştirilmesinin önemi oldukça açıktır. Bu tip yanlışların olduğunu bilecek ve takip edecek adli bilimler uzmanlarının arttırılması hata oranını düşürecektir. Şeffaflığın arttırılması ve alanda akademik çalışmaların desteklenmesi bundan sonrası için haksız mahkumiyetlerin önlenmesi açısından hayati önem taşımaktadır.