İKLİM KRİZİNİN YENİ BOYUTU İKLİM MÜLTECİLİĞİ: Fail Kim?
Göç, göçmen, mülteci ve sığınmacı gibi kavramlar neredeyse her gün bir vesile ile duyduğumuz terimler haline gelmiştir. Son yıllarda küresel ısınmanın hızlı artışı ve iklimde yaşanan dengesizlikler bunların yanı sıra çevremizde yaşanan savaşlar sebebiyle ortaya çıkan çevresel felaketler, bizim için yeni olan bir kavramı hayatımıza sokmuştur. Bu kavram önümüzdeki aylarda ve yıllarda sıkça duyulacak olan İklim Mülteciliği kavramıdır.
21.yüzyılın en ciddi problemlerinden biri olan iklim krizi son yıllarda tüm dünyanın gündemini oldukça meşgul etmektedir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de yaşanan yangınlar sadece dışarda değil, içerde de benzer bir durum ile karşılaşacağımızı ortaya koymaktadır. Türkiye’nin birçok yerinde aynı anda çıkan ve halen devam eden orman yangınları da yaşanan küresel iklim krizinin ne kadar ciddi bir boyutta olduğunu göstermektedir. Yangınların her ne kadar terör sabotajı sonucu çıktığı yolunda kuşkular oldukça kuvvetli olsa da yaşanan iklim felaketinin ve kuraklığın da yangınların çıkması ve yayılmasında etkisinin olduğu bir gerçektir.
Kovid-19 salgınının tüm dünyayı etkisi altına alması ile beraber en değerli stratejik varlığımızın tabiat olduğunun farkına varmaktayız. İklim değişikliğinin birinci dereceden sorumlusu insanın ve insan faaliyetlerinin doğadan çekilmesi ile sera gazı etkisinin etkili derecede azalması krizin önemini gözler önüne sermektedir.
Değişen iklim, küresel ısınmanın artışına neden olurken beraberinde birçok çevresel bozukluğu da getirmektedir. Değişen ve bozulan çevre yaşanmayacak hale geldiğinde, insanların hayati tehlikeye girmesi durumu ile zorunlu olarak yer değiştirmeleri “İklim Mülteciliği” kavramını ortaya çıkarmaktadır. Peki bu İklim Mülteciliği kavramının aktörleri kim ya da kimlerdir?
İklim Mültecileri, geleneksel yaşam yerlerini çevresel bozulmalar nedeniyle terk etmek zorunda kalan insanlar olarak tanımlanmaktadır. Mevcut sistem içerisinde sınırsız bir ekonomik büyüme isteğiyle ekosistemin tüm dengesinin bozulması çoğu toplumu dezavantajlı konumda bırakmaktadır. Yaşam alanlarındaki su kaynaklarının azalması, kirlenmesi, su seviyesinin yükselmesi, kuraklık, sel ve taşkınlar gibi birçok ani değişiklikler ile mağduriyet yaşamaktadırlar. Dezavantajlı konumda kalan kişilerin, yaşadığı yerleri terk etmeye mecbur bırakılarak yaşam haklarının tehdit edilmesi büyük bir adaletsizliğin çarpıcı sonucudur.
Hızla endüstirileşen toplumların, atmosfere bırakmış olduğu kirletici gazlar artmaya devam etmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin hızla kentleşmesinin, küresel ısınmanın artışındaki en büyük etken olduğu bilinmektedir. Bu büyük etken, küresel bir iklim değişikliğinin hızlı bir şekilde gerçekleşmesine sebep olmaktadır. İklim değişikliği, uzun süreli ve yavaş ortaya çıkan değişiklikler olarak bilinen hava faaliyetleridir. Ancak yapılan araştırmalar, atmosfere salınan sera gazının fazlasıyla birikmesi, kısa dönemde de bu iklim değişikliğinin yaşandığını ifade etmektedir. Bu ortaya çıkan hızlı değişim, insanlığın büyük bir tehdidi olmaktadır.
İklim Değişikliği 2021 raporunun yayınlanmasının ardından; insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının 2030’lu yıllara kadar en tedbirli durumlarda bile gezegende 1,5°C ısınma yaratacağı ve geri dönüşü olmayan bir yola girildiği ifade edilmektedir. Gezegenin ilerleyen yıllarda 1,5°C ısınması sadece okyanusların 26 ila 77 santimetre arasında yükseleceğini yani neredeyse Amerika’nın batı kıyısındaki birçok şehri sular altında bırakmaya yeteceği belirtilmektedir.[1]
Doğal yaşamın insan eliyle bu değişime maruz kalması yine tüm insanlığı etkilemektedir. İklim yüzünden yer değiştirme durumu, insanlığın bilinen tarihinden beri var olmuştur. Ancak “iklim mülteciliği” kavramı hayatımıza çok daha yeni girmiştir. Küresel ısınmanın sebep olduğu iklim değişimi birçok insanın yaşayış biçimi etkilemektedir. Tarım ve hayvancılık ile yaşamlarını sürdüren toplumlarda, özellikle asit yağmurları ve sıcaklık değişimleri tarım için elverişsiz bir ortam yaratmaktadır ve toplumda ekonomik bir krizi de beraberinde getirmektedir. Endüstri kentlerinde meydana gelen doğanın tahribi, dünyanın başka bir bölgesindeki bireylerin yaşamlarını değiştirmektedir. İnsan ve doğa ilişkisinde dengeyi bozmuş olan modern toplumlar, diğer toplumların yoksullaşmasına göz yummuşlardır.
Bu göçe zorlanan milyonlarca insan olmasına rağmen, zaman içerisinde herhangi bir devlet kişileri “mültecilik” statüsünde konumlandırmamıştır. Yapılan anlaşmalar ve toplumlarda çevre bilincinin yükselmesi ile mağduriyet durumu yaşayan bireylere “iklim mülteciliği” tanımlaması yapılarak statü kazandırılmış ancak bu tanımlama sadece literatürde kalmıştır. 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Konvansiyonunda öncelikle “Mülteci” kavramı belirlenlenmiştir. Mülteci tanımının çerçevesinin belirlenmesi, iklim mültecileri kavramının tanımı ve bu mülteci konumunun statü boşluğundaki durumu için önemlidir. “İşbu Sözleşmenin amaçları bakımından “mülteci kavramı” 1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır”.[2]
Yukarıda yapılan mülteci tanımından da çıkarılacağı üzere, göç eyleminde bulunan mültecilerin, haklı bir korku yaşama durumunda kalmalarından bahsedilmektedir ve ülkenin korunmasından yararlanamamaları söz konusu olmaktadır. Bahsedilen “zulüm” kavramı tartışmalı bir konudur. Korku duymak ve zulme uğrayacağını düşünmek kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Çevre problemleriyle, evlerini terk etmek durumunda kalan kişiler, tanımlamadaki “zulme uğrayan” vatandaş statüsüne dahil edilmemektedir. Ancak ortada “doğal yollarla” da olsa bir zulümden kaçma, temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumu vardır.
Mağduriyet durumunda kalan bir toplumun insani haklarının elinden alınarak yeniden yaratılmasına izin verilmemesi aynı zamanda bireysel düzeyde kişilerin hakkı olan “mültecilik” statüsünün sağlanmaması büyük bir politik eksikliktir. Göç ettikleri yerlere entegre olmakta zorluk çeken iklim mültecileri konumundaki bireyler, kültür çatışması, vatandaş olma hakkından yararlanamama veya bulundukları ülkenin vatandaşları ile aynı hakları elde edememeleri gibi sorunlarla da mücadele etmek durumunda kalmaktadırlar.
İklim Mülteciliği kavramı, sadece sınırlar ötesi değil sınırlar içerisinde yer değiştirmek zorunda kalan vatandaşlar için de kullanılmaktadır. Ülke sınırları içerisinde ani doğa olaylarının gerçekleşmesi ve yer değiştirme durumunda kalan insanların hayatlarını farklı topraklarda sürdürmeleri tanımda bahsedilen “zulme uğrayan vatandaş” statüsünde yer almalarına sebep olmaktadır. Göç etmelerine sebep olan bir yıkımla karşılaştıklarında evrensel yaşam haklarından yararlanamamaları büyük bir eşitsizliği de gözler önüne sermektedir. Örneğin halen ülkemizin dört bir yanında devam eden yangınlardan etkilenerek yaşam alanlarını ve geçim kaynaklarını kaybeden insanların herhangi bir hükümet politikasından yararlanamamaları insan haklarının ihlalidir.
Geçtiğimiz günlerde Antalya’nın Manavgat ilçesi Kalemler köyü sakinlerinin de dahil olduğu ve Türkiye’nin birçok bölgesinde art arda çıkan yangınlarla neredeyse tüm yaşam alanlarının yangın sebebiyle yok olması pek çok insanın bulundukları bölgeyi terk etmelerine sebep olmaktadır. Krizle mücadele özellikle toplumun dezavantajlı konumundaki bireyleri daha çok etkilemektedir. Yeniden yaşam alanı yaratabilecek durumu ve farklı bir geçim kaynağı olmayan köy sakinlerinin kendilerine tesis edilecek yerlere mecburen gitmek durumunda olmaları iklim kaynaklı bir göçe sebep olmaktadır. Yerlerinden edilmelerinin yanı sıra; bölgedeki çam ağaçlarının büyük çoğunluğunun yok olması çam balı üreticilerini, yine ağaçların ve kovanların tahribi arıcıları, hayvancılıkla geçimini sağlayan insanların hayvanlarını otlatacakları arazilerini ve hayvanlarını kaybetmesi, önemli geçim kaynağı olan zeytin ağaçlarının yanması gibi etkiler bu insanların hayatlarını idame ettirebilmek için bir başka yere göç etmelerini beraberinde getirmektedir.
İklim kaynaklı bu göçün bireyler üzerinde oldukça yıkıcı etkileri olmakta ve herhangi bir politikadan da yararlanamamaktadırlar. Karşı karşıya olduğumuz bu kriz ile elindeki gücü halkın yararı için kullanmayan devlet yöneticileri eşitsizlik ve adaletsizlik içeren bu süreci körüklemektedir. Ülkenin dört bir yanında devam eden yangınların nedeninin iklim krizi sonucu çıktığına dair herhangi bir açıklama bulunmasa da yükselen sıcaklıklar ve kuraklık yaşanacak olan felaketlerin habercisi olmaktadır. Yıllardır kapımızda olan iklim krizinin, hızlı artışı ve yıkıcı etkilerinin doğal bir yolla gerçekleşmediği açıkça görülmektedir. Tahribatın boyutunun insan faaliyetleri nedeniyle arttığı bilimsel çalışmalar ile de kanıtlanmış, iklim krizinin açık bir şekilde aktörlerinin “insan” olduğu bilinmektedir.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Birleşmiş Milletlere bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği (The Intergovernmental Panel on Climate Change – IPCC) Panelinin raporunda benzeri olmayan bir iklim krizi ile karşı karşıya olduğumuz belirtilirken IPCC'nin Klimatolog ve Eş Başkanı Valerie Masson-Delmotte yaptığı açıklamada; “Şüphesiz, bu kanıtlanmış bir gerçektir, iklim değişikliğinin kaynağında insan faaliyetleri var” ifadelerini kullandı.[3] Raporda da belirtildiği gibi artık insan eliyle net bir şekilde tahrip olan doğa, içinde bulunduğumuz felaketlere katkı sunduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır.
Geri dönülemez bir yola girildiği ve gezegende kalıcı olarak bir tahribat bırakıldığı bilinmektedir. Rapordaki temel bulgularda görülüyor ki tüm insanlık olarak acilen sera gazının azaltılması yönünde bir mücadeleye başlanmalı ve sıkı bir şekilde uygulanacak politikalar oluşturulmalıdır. Türkiye’nin de son zamanlarda yaşadığı kuraklık, orman yangınları ve seller gibi doğa olaylarının içinde bulunduğumuz durumun şiddetini göstermektedir. 1980’lerden bu zamana denizsel ısı dalgalarının oluşumunun neredeyse iki katına çıktığı belirtilen raporda deniz seviyesinin hızlı yükselişi çoğu ülkeyi tehdit altında bırakmaktadır. Özellikle Türkiye üzerinde olumsuz etkilerinden biri kuraklıktır. Normalin altında yağış, sıcak kuru hava gibi faktörlerin birleşiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve sadece fiziksel bir doğa olayı olarak ele alınmamalıdır. Türkiye, su kaynakları bakımından zengin bir ülke olsa da hızla artan kuraklığın etkisiyle ciddi derecede su kaynaklarının azalması ile karşı karşıya kalmaktadır.
Ekolojiyi öncelemeyen sistemin sonucu, büyük felaketlere kapı aralamaktadır. İklim krizinin yansımalarından açıkça görülüyor ki artık kapımızda değil, dünyanın ve ülkemizin her yerine yayılmış durumda. Türkiye’nin izlediği göç politikaları eleştirilerin odak noktası olurken iklim krizi için de herhangi bir ani müdahale hazırlığı bulunmamaktadır. Çevresel krizin yaratmış olduğu en büyük problemlerden biri olan iklim göçü üzerine faaliyete geçebilecek kurum ve politikalar acilen hazırlanmalıdır. Ekolojik yaklaşım sadece doğal alanların değil siyasetin ve ekonominin yönetimine sirayet ettikçe anlam kazanır.[4] Yasal olarak bağlayıcı bir iklim eylem çerçevesi oluşturulması, yaşanan iklim krizinin önüne geçilmesi için yapılabilecek önemli adımlardan biridir.
Literatüre baktığımızda; ülkelerin birtakım anlaşmalar ve yapılan çalışmalarla bu tahribatı telafi etmek için politikalar üretmeye başladığını görmekteyiz. Bu politikaların değişim sürecine hızlıca adapte edilerek hem mikro hem makro düzeyde etkilenen toplumlara çözüm üretilmelidir. BM İnsan Hakları Komitesi bu konu üzerinde durup konuyla ilgili birtakım çalışmalar yapıyor olsa da, hala buradaki insanların mültecilik statüsünü elde etmeleri kanuni boyutta desteklenmemektedir. “İklim Mültecisi” olarak ortaya çıkan bu kavramda, insanların mecburiyetini göz önünde bulundurarak hukuki boyutta daha büyük adımlar atılmalıdır. Kaydedilen ilerlemeler, en acil sorun olan küresel ısınma ve iklim değişikliği için yeterli olmayıp, daha hızlı ve yapıcı çözümlerin bulunması gerekmektedir.
[1] Bknz. https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0klim_de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi#:~:text=H%C3%BCk%C3%BCmetler%20aras%C4%B1%20%C4%B0klim%20De%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi%20Paneli,yetecek%20bir%20y%C3%BCkselmeyi%20ifade%20etmektedir. (Erişim Tarihi): 9 Ağustos 2021
[2] UNCHR, 1951 akt. Fırat Harun Yılmaz, Küresel İklim Değişikliği, İklim Mültecileri ve Güvenlik, 2019, s.7 https://dergipark.org.tr/tr/pub/assam/issue/48907/578164 (Erişim Tarihi): 4 Ağustos 2021
[3] Bknz. https://tr.euronews.com/2021/08/09/bm-den-k-rm-z-kodlu-rapor-iklim-krizi-her-yerde-daha-once-hic-gorulmemis-duzeyde-kotulesti (Erişim Tarihi): 9 Ağustos 2021
[4] Ümit Şahin, Sinan Erensü, Covid-19 Pandemisini ve İklim Krizini Birlikte Okumak, 2020, s.21 https://ipc.sabanciuniv.edu/Content/Images/CKeditorImages/20201220-23125968.pdf (Erişim Tarihi): 5 Ağustos 2021